1987 yılıydı. O zamanlar Nokta’daydım.
Tartışma yine Zaman Gazetesi’nde patlak vermişti. Aralarında Mualla Gülnaz, Cihan Aktaş gibi isimlerin de yer aldığı küçük bir kadın grubu birkaç makaleyle ortalığı fena karıştırmıştı! Heyecanla izlemeye aldık. “İsyancı”lar, aile içindeki geleneksel rol bölüşümünü sorguluyor, kadının çalışmasını, toplumsal hayata katılımını tartışıyor, dinin ataerkil yorumlarına karşı yeni yorumlar getiriyorlardı. Tartışma dini referanslarla yürüyordu ama özü “feministti.” Nokta’nın o günlerde büyük yankı uyandıran “Türbanlı Feministler” başlıklı kapak yazısının ilham kaynağı bu kadınlardı.
Ama fazla dayanamadılar. Zaman Gazetesi’ndeki “isyan” kısa sürede önemli “erkek kalemlerin” karşı saldırısıyla bastırıldı.
Aradan neredeyse çeyrek yüzyıl geçti… Şimdi yine aynı heyecanla, yeni bir isyan dalgasını izliyorum.
İsyan, bildiğiniz gibi, Ali Bulaç’ın “Başörtülü aday yoksa oy da yok” kampanyasına karşı yazdığı yazı üzerine başladı ve hızla yayıldı. Üstelik bu defa öyle kolay kolay bastırılacak gibi de görünmüyor. Zira çeyrek yüzyılda köprülerin altından çok su aktı. Bugün 1987’ye göre çok daha kalabalıklar. Eskisinden çok daha cesur, çok daha pervasızlar. Sadece tek bir gazete içine sıkışmış değiller. Alın teriyle kazandıkları ve kimsenin kolay kolay ellerinden alamayacağı köşeleri, kamusal alanda önemli görevleri, etkileri, Türkiye çapında şöhretleri var.
İçlerinden biri Hilal Kaplan, yazısının bir yerinde ne dese beğenirsiniz: “Müslüman kadının adı yok.”
Okuyunca burnumun direği sızlıyor. Duygu’nun (Asena) bugünleri görememesi ne büyük haksızlık… Hayatı boyunca feminizmi dar feminist çevrelerden çıkarıp geniş kadın kitlelerine yaymak için yazan Duygu, kitabının adının dindar entelektüel kadınların da sloganı haline geldiğini görmeliydi.
***
Bu tartışmanın, “başörtülü milletvekili adayı çıkarmak için doğru vakit geldi mi gelmedi mi” ya da “AK Parti için başörtülü aday çıkarmak siyaseten doğru mudur, yanlış mıdır” tartışmasını çoktan aştığının herhalde farkındasınız.
Tartışma bu vesileyle başlamış olabilir. Ama gerek tartışmayı ateşleyen yazıya, gerekse bu yazıya verilen cevaplara baktığımızda, yaşanan şeyin dindar muhafazakâr kesimin öncü kadınlarının son yıllarda yaşadıkları bireyselleşme ve kamusal alanda aktif bir biçimde yer alma sürecinin sonucu olarak, muhafazakâr aile ilişkilerini de; toplum içindeki, iş hayatındaki ve siyasetteki konumlarını da yeniden yorumlayışları ve bu yorumların muhafazakâr erkekler arasında yarattığı panik olduğunu görüyoruz.
“Buluşan Kadınlar”, artık bir siyasi hareketin “arka bahçesi”, “yedek gücü”, “levazım bölüğü” olmayı reddediyor; özerkliklerini ilan edip icazetsiz bir hak arama mücadelesine girişiyorlar. Bununla da kalmıyor, kendilerini “asli görevlerine”; yani kutsal eş ve annelik görevlerine geri dönmeye davet edenlere “Yağma yok” diyorlar.
Birkaç makalelik bu kısacık polemikte neredeyse bütün temel sorular ortaya atılmış durumda:
Başörtüsünün kişisel tercih ve bireysel özgürlük ya da insan hakları sorunu olarak ortaya konması mücadelenin yozlaştırılması mıdır?
Başörtülü kadınların “kadınların siyasete geniş katılımı” hedefinde KADER’le birlikte davranmaları -öyle değil ama velev ki KADER’in “alt kolu” haline gelmiş olsunlar- ayıp mıdır, günah mıdır, suç mudur? Feminizm yanına yaklaşana bulaşan öldürücü bir mikrop mudur?
Kadın-erkek ilişkileri, kadının bakılması ve korunması (Kavvam) ve bu korunma karşılığında kadının da koruyana itaat etmesi temeline mi dayanır ya da dayanmalıdır?
“Eşitlik değil farklılık, yaradılıştaki çeşitlilik” derken kastedilen bu mudur?
Erkeğin aile reisi olmaktan çıkarılması kadının ve erkeğin fıtratına aykırı mıdır?
Kadının çalışmasına nasıl bakmak gerekir? İş hayatı “ev ve anne merkezli aile yapısı”nı sarsıp kadınları piyasaya süreceği (seçilen kelimeye dikkat), kadının evi kenara iteceği ve kadın-erkek doğasını tahrip sürecini hızlandıracağı gerekçesiyle istenmeyen bir şey midir?
Kadının “doğurganlık hevesini kaybetmesi”, doğurganlığını kontrol etmesi ve hayattaki temel misyonunu çocuk doğurmak olarak gören kadın tipinin yerini çocuk yetiştirmeyi anne ve babanın ortak görevi gören kadın tipinin gelmesi insanlık için tehlike midir?
Bütün bu sorular kadın hareketinin dünya çapında süfrajetlerden bu yana tartıştığı ama Türkiye’deki muhafazakâr dindar kesim tarafından yeni yeni gündeme gelen büyük konular…
Sanki Türkiye’nin 80’li yıllarda başlayan dışa açılma süreci şimdi aile bazında tekrarlanmakta. Dışa açılan her şey değişir. Kadın da evden çıkıp dış dünyaya açıldıkça, kamusal alana çıktıkça hem kendi dönüşüyor hem de aileyi ve muhafazakâr dünyayı dönüştürüyor. Ve yine her zaman ve her yerde olduğu gibi, dönüşümden zarar görecek olan eski iktidar sahipleri var güçleri ile direnmeye hazırlanıyor…
Besbelli ki kavga çetin olacak. Ama aynı zamanda çok ama çok hayırlı bir kavga olacak…
Bugün, 08.04.2011