Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne yapılan atamaya itirazlar devam ediyor. Bu itirazların ana noktası atamanın demokrasiye aykırı olduğu. Bu tez aynı zamanda atamanın Boğaziçi geleneklerine ters düştüğü yolunda iddialarla da destekleniyor. Gelin bu argümanlar ve ilişkili oldukları başka konular üzerinde biraz kafa yoralım.
1. Demokrasi bir siyasî yönetim biçimidir. Demokrasinin ana ölçeği -üniter sisteme sahip olduğumuz için- seçimle gelinen makamların ve teşkil edilen heyetlerin bulunduğu merkezî ve mahallî idare birimleridir. Demokrasi söz konusu birimleri yönetecek ve heyetleri oluşturacak kişilerin yarışmacı seçimle iş başına gelmesine işaret eder. Onları iş başına getirecek olanlar ise oy kullanma hakkına sahip olan seçmenlerdir. Demokratik sistemde seçme ve seçilme hakkı, kişiler ve kesimler arasında ayrım yapılmamasını gözeten genel şartlara bağlanabilir. Üniversite yönetiminin göreve gelmesinde de bir tür seçim yoluna baş vurulabilir.
2. Bu yöntem Türkiye’de de bir ara rektör seçme ve atama sisteminin bir parçası olarak kullanıldı. Eğer üniversitede demokrasi derken söz konusu uygulamaya dönülmesi kastediliyorsa bunun pek demokratik olmadığının altını çizmek gerekir. Zira rektör belirlemede bir önceki sistemde seçim yapılmaktaydı ama hem seçilecek kişiye ilişkin hem de seçecek kişilere ilişkin olarak demokratik standartlarla bağdaşmayacak bir yol izlenmekteydi. Seçilme yarışına katılabilmek için profesör olmak şarttı. Seçmenler ise esas itibariyle öğretim üyeleriydi. Yani üniversitelerin hem öğretim kadrosunun öğretim üyesi olmayan kesimleri (öğretim görevlileri, okutmanlar) hem de idarî kadro ve öğrenciler seçmen olma hakkına sahip değildi. Dolayısıyla seçim tam demokratik değildi, eksik ve sınırlıydı.
3. Buna ilaveten üniversitedeki seçmenler, ülke sathında yapılan seçimlerin tersine, doğrudan doğruya seçim yapmamaktaydı. Demokratik seçimlerin doğrudan sonuç yaratmasına karşılık üniversite seçimleri sadece rektör seçme sürecinin bir parçasıydı. Zira seçimde ilk 6’ya giren kişilerin listesi YÖK’e gönderilmekte ve YÖK bu isimleri üç kişiye indirerek ve istediği gibi bir sıralama yaparak listeyi cumhurbaşkanına sunmaktaydı. Cumhurbaşkanı ise önüne gelen listeden istediği kişiyi atamaktaydı. Hem Gül hem de Sezer -fakat özellikle Sezer- döneminde listeye son sıralardan giren kişilerin atandığı, en çok oy alanların atanmadığı, bazıları komik sayılabilecek birçok durum ortaya çıktı. O zamanlar da cumhurbaşkanının en çok oyu alan kişiyi değil de alt sıralarda yer alan kişiyi atamasının demokrasiye uygun olup olmadığı tartışılmaktaydı. Bu tartışma iki ucu keskin bıçak gibiydi. Cumhurbaşkanına bir rol verilmesi onun istediği kişiyi atama gibi bir yetkiye sahip olmasını bir bakıma gerektirmekteydi. Aksi takdirde cumhurbaşkanı sadece YÖK’ün tasdik makamı gibi çalışmış olacaktı. Ama bu uygulama aynı zamanda sistemin iyice merkezileşmesi anlamına gelmekteydi.
4. Demokrasiye bu abartılı meziyet atfediş de demokrasinin ne olduğunu tam olarak anlayamama problemine işaret etmekte. Bir benzetmeyle, Fransız halkının özgürlükten en fazla bahseden halk olmasına karşılık ondan en az anlayan halk olmasına benzer bir durum. Çağımız insanı mevcut hak ve özgürlüklerin demokrasinin eseri olduğunu zannetmekte. Oysa demokrasi hak ve özgürlüklerin çoğunu hem fikir hem de pratik olarak hazır bulmuş sadece onların üzerine demokratik seçim mekanizmalarını eklemiştir. Özgürlüklerin asıl garantisi demokrasiden ziyade sınırlı devlettir.
5. Zaman içinde Türkiye’de hükümet sistemi değişti ve cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan doğruya seçildiği bir sisteme geçildi. Bu elbette bu makamın demokratiklik debisinin güçlenmesi sonucunu verdi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında rektör seçim sisteminde bir değişikliğe gidildi. Üniversitedeki seçimler kaldırıldı. Onun yerine getirilen sistemde YÖK boşalan rektörlükler için ilana çıkıyor ve isteyen her profesör, adına ilana çıkılan üniversite içinden veya dışından, müracaat edebiliyor. Sonra YÖK bu insanları mülakata çağırıyor ve atanmayı talep ettikleri üniversite için plan ve projelerini soruyor. Anlatılanları dinliyor. Uygun gördüğü adaylardan oluşan bir listeyi cumhurbaşkanına sunuyor ve o da atamayı bu listeden yapıyor. Bu atamanın demokratik bir tarafı var, zira seçimle gelinen en yüksek makam üniversite rektörü atama işine müdahil oluyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın yaptığı atamaların kendisinden önce Sezer ve Gül’ün yaptığı atamalara göre daha demokratik olduğu söylenebilir.
6. Seçimli sistemden vazgeçilmesinde en azından -veya en fazla- iki faktör özellikle etkili oldu. İlki FETÖ’nün seçim ve oy manipülasyonundaki ustalığıydı. FETÖ’nün elindeki ondan çok vakıf üniversitesine ilaveten çok sayıda -yanlış hatırlamıyorsam otuzdan fazla- devlet üniversitesinin yönetimini ele geçirmiş olması siyasî iktidarı ürkütmekteydi. İkincisi ise seçimlerin yol açtığı yozlaşmaydı. Her mekanizma gibi seçim mekanizmasının da kendine mahsus özellikleri vardır ve seçim süreçleri ve faaliyetleri insan karakterine etkide bulunabilir. Nitekim seçimler birçok üniversitede çeşitli problemlere yol açtı. Hizipleşmeler ve düşman kamplar ortaya çıktı. Rektörlerin iki defa üst üste görev yapabilmesi ikinci seçim dönemine hazırlık için ilk görev dönemini yaşamakta olan rektörlerin partizanca uygulamalara girmesine yol açtı. İnsan hakkı ihlalleri ortaya çıktı. Bu gibi nedenler hep birlikte rektör seçimi ve atanması süreçlerinin değiştirilmesinde etili oldu.
7. Dolayısıyla rektör seçimle göreve gelmeli diyenlerin aydınlatması gereken ana nokta seçimle neyi kastettikleri. Seçimlerde kimler rektör adayı olabilmeli? Kimler seçmen olabilmeli? Üniversitenin tüm öğretim elemanları oy kullanabilmeli mi? İdari personele oy verme hakkı tanınmalı mı? Öğrenciler seçmen sıfatıyla hareket edebilmeli mi? Bu noktalarda bir açıklık yok. Tek söylenen rektörün seçimle gelmesi gerektiği. Ama nasıl bir seçimle? Hadi biraz daha demokratikleşelim! Madem rektör seçimle gelecek, neden bu işi senato, yönetim kurulu, bölüm başkanlığı gibi birimlere doğru uzatmıyoruz? Üniversitedeki her idarî kişi veya kurul tüm üniversite çapında yapılacak seçimlerle göreve gelsin! Böylece demokratik değil “tam demokratik” üniversiteye ulaşalım!
8. Bir diğer nokta rektör seçimle gelsin diyenlerin üniversiteleri kendi kendine yeten tam bir sivil toplum kuruluşu gibi görmeye yatkın olmaları. Oysa özellikle devlet üniversiteleri performanslarından bağımsız olarak vergi mükelleflerinin ödediği vergilerle finanse edilmekte. Bu ister istemez bir taraftan onların sivil toplum kuruluşu olma vasfını erozyona uğratmakta diğer taraftan da kamusal denetime tabi olmaları ihtiyacını doğurmakta. Bu denetimin başını çekecek olanlar da halkın temsilcileri olan siyasiler. Bu yüzden üniversiteler ister istemez kamusal denetimin hedeflerinden biri. Zira, doğal olarak, kaynakların en azından -yerindelik değilse de- etkinlik bakımından doğru kullanıldığı tetkik ve tasdik edilmeli.
9. Rektörler seçimle gelmeli diyenlerin bazıları için bunu bir ilerleme saymak mümkün. Zira bu kimseler Erdoğan’a olan muhalefetlerini özellikle Gezi isyanları sırasında ve hemen sonrasında “demokrasi sandıktan ibaret değildir” iddiası üzerine kurmakta ve usul kurallarının esası olarak seçimlerin önemine işaret eden benim gibi zatları “sandık demokrasisi” taraftarı olarak etiketlemekteydi. Bugün geldikleri noktada çok daha sınırlı ve demokratik seçimlere daha ziyade mecazen benzetilebilecek bir seçimin önemini ısrarla vurguluyorlar. Demek ki seçimler demokrasinin olmazsa olmazıymış, yeterli şartı olmasa da gerekli şartıymış. Doğrusu kayda değer, takdire şayan bir ilerleme. Buna karşılık bu çevrelerin asıl demokratik ve büyük seçimle iş başına gelen Erdoğan hakkında aynı tarzda düşünmemeleri hatta onun meşruiyetini reddetmeye kalkışmaları da ayrı ve tuhaf bir çelişki.
10. Yanlış anlaşılmak istemem. Mevcut rektör seçim sisteminin en iyisi olduğu iddiasında değilim. Belki de en iyi sistem diye bir şey yok. Her demokratik ülkede rektörler değişik yollarla göreve getiriliyor (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/183257 ). Bu yüzden daha iyi yol ve yöntem arayışları hem meşru hem de gerekli. Bir atamaya itiraz da meşru. Ancak, bunun demokrasinin genel kurallarına uyarak, medeni ve barışçıl biçimde ve konu odaklı olarak yapılması şart. Burada da zorluklar var elbette. Türkiye’nin genel siyasî kültürünün özellikle itirazcı kesimde şiddeti meşru görecek bir biçim kazanması ve her kamusal olayın üzerine atlatıp onu çarpıtmaya hazır ve bu işlerde tecrübeli profesyonel radikal grupların varlığı başlıca engeller. Benzer her olayda olduğu gibi Boğaziçi olayında da bunun neticelerine şahit oluyoruz. Elbette polisin yer yer aşırı şiddet kullanmaya yatkınlığını da unutmamak lazım. Ancak, yukarda da işaret ettiğim üzere Melih Bulu’nun rektörlüğüne itiraz edenlerin tam olarak ne dediği ve ne istediği belli değil. Boğaziçi rektörlüğü için Boağaziçi’nden de üç adayın YÖK’e müracaat ettiği söyleniyor. Bu üç adaydan biri atanmış olsaydı, bugün itiraz edenler yine itiraz edecekler miydi? Ben pek emin değilim. Ayrıca atanmayan rektör adaylarının öğrenci eylemlerinde bir payı var mıdır, doğrusu bu da bir merak konusu.
11. Rektör seçiminin bu derece merkezileşmesi ve cumhurbaşkanına bağlı ve bağımlı hâle getirilmesi belki de anlamsız. Ancak, ülkenin içinde bulunduğu (yukarda işaret ettiğim) şartlar ve üniversitelerin finansman biçimi bir kamu otoritesinin müdahil olmasını gerekli kılıyor ve bu tür en üst otorite cumhurbaşkanı. Nitekim yakın tarihe göz atıldığında cumhurbaşkanlarının çoğu zaman tartışmalara yol açan müdahalelerde bulunduğu görülüyor. Örneğin aşağıda linkini eriğim bir videoda Sezer’in yaptığı atamalara ilişkin ilginç bilgiler veriliyor (https://twitter.com/biriktisatci11/status/1357618200507203585) . Elbette “kötü örnek emsal olamaz.” Ama bu vakalar en azından CHP çevrelerinin samimiyetinin sorgulanmasına yol açabilir ve bu konularda konuşabilmek için önce açık bir nefis muhasebesinden geçmeleri ve toplumdan bir özür dilemeleri gerektiğini açıkça ortaya koyar.
12. Türkiye’de 207 üniversite mevcut. Yakın zamanlarda yoğun bir üniversiteleşme serüveni yaşadık. Bunda da başı elbette mevcut hükümet çekti. Başka bir deyişle üniversite sistemi demokratize edildi. Kimilerine göre bunun kötü tarafları olabilir, nitekim böyle düşünenler var, ama bana göre iyi tarafları daha fazla. Bu sayede akademisyenlik bir kast sınıfına mahsus bir meslek olmaktan çıkartıldı ve Anadolu çocukları üniversitelerde yer bulmaya başladı. Bu çeşitliliğe direnen üniversiteler elbette oldu ama demografik dalga ve hükümetin kolaylaştırıcı çabaları engellerin aşılmasını sağladı.
13. Üniversitelerde tahakküm sadece rektörler tarafından kurulmaz. Bazılarının değişime ve yeniliğe çok açık gördükleri üniversiteler aslında en tutucu ve dar görüşlülüğün en fazla geliştiği kurumlar arasındadır. Daha önceki ilgili yazımda da vurguladığım üzere ( http://www.hurfikirler.com/melih-bulunun-bogazici-universitesi-rektorlugu-iddialar-ve-cevaplar/) üniversite dışından rektör atanması bu dar görüşlülüğü kırmaya yardımcı olabilir. Örneğin ABD’de bu yola baş vurulmaktadır. Melih Bulu’nun Boğaziçi’nde böyle bir fonksiyonunun olabileceğini sanıyorum. Ancak, üniversitelerde asıl önemli olan birim bölümlerdir ve bölümler tam bir tahakküm altında bulunabilir. Örneğin Harvard üniversitesi iktisat bölümü böyle bir yerdir. Bölüm bir şekilde solcu hocaların kontrolünde ve bölüme yeni öğretim eleman alımında mevcut akademik personel arasında tam bir uyum arama yoluyla bölüm kontrol altında tutulmakta ve doktora öğrencileri yoluyla da ABD’nin her yerindeki iktisat bölümleri etkilenmeye çalışılmakta . Türkiye’de bazı üniversitelerde böyle bir durum söz konusu olabilecekse Boğaziçi’nin bunların en başında gelenler arasında yer aldığı her türlü tartışamadan uzaktır . Ayrıca protestocu öğrencilerin meseleyi sadece Boğaziçi meselesi olarak görmeyip genel bir mesele olarak gördüklerine dair de işaretler var. Sadece atama hakkında değil hemen her konuda hükümete muhalifler. Nitekim cumhurbaşkanına cevaben yayınladıkları bir mektup psikolojileri hakkında iyi fikir veriyor. Kendilerini nereyse bir siyasî parti gibi konumlandırıyor ve durdukları yer itibarıyla genel olarak muhalif cepheyle örtüşüyorlar . Zira iktidara muhalif partilerin dediği şeylerin aynıları mektupta yer alıyor.
14. Her üniversitenin gerçek bir sivil toplum kuruluşu olması en arzuya şayan olan şeydir. Devlet üniversitelerinde çalışan hocaların hem 657 sayılı kanunun konforundan yararlanıp hem de özerklikten dem vurması hoş bir çelişki. Aslında üniversitelerin merkezî idareyle değil mahallî paydaşlarla bütünleşmesi veya yakın ilişki içinde olması daha arzuya şayan bir durum. Bence her üniversitenin bir mütevelli heyeti olmalı. Bu heyette mezunlar derneğinden, ilgili sivil toplum kuruluşlarından, mahalli idareden vs. temsilciler bulunmalı. Rektörleri bu mütevelli heyeti atamalı ve olabildiğince özel sektör mantığı içinde hareket etmeli. Buna hak kazanmak için de mütevelli heyeti devletten kaynak almakla yetinmek yerine kendisi de kaynak yaratmaya çalışmalı. Bu çerçevede genel kamu fonlarından da yararlanmak mümkün olmalı. Mesela bu cümleden olarak eşleşen fon (matching fund) yöntemi uygulanabilir, yani her bir üniversitenin devletten alacağı pay kendisinin bulduğu kaynaklarla oransal olarak ilişkilendirilebilir. En azından bazı üniversiteler için bu yapılabilir. Ayrıca kamu kaynaklarıyla doğrudan doğruya üniversiteler değil üniversitelerde okuyacak öğrenciler desteklenebilir. Böylece üniversiteler arasında ciddî bir rekabetin doğması ve kaynakların daha etkin kullanılması sağlanabilir. Üniversiteler kelimenin gerçek anlamında sivil toplum kuruluşu olmaya ancak bu veya buna benzer yollarla ulaşabilir. Öbür türlüsü, şimdi olduğu gibi, devlet (yani vergi mükellefleri) kesesinden hovardalık yapmaya benzer bir durumun ortaya çıkmasına neden olabilir.
Görüldüğü üzere üniversitelerin birçok problemi, üniversitelerde bir yığın sorun var. Melih Bulu’nun Boğaziçi rektörlüğüne atanmasına muğlak, zayıf ve önyargılı gerekçelerle itiraz edenlerin biraz da bu konularda kafa yorması lâzım. Ama dünya görüşleri ve politik ekonomi anlayışları birçoğunun bunu yapmasına el verir mi, bakın işte bundan pek emin değilim!