Bir gün, o zaman ortaokul 1’e giden oğlum şöyle bir soru sordu: “Bir insan 200 bin liraya ev alıyor ve onu kiraya verip ayda 500 lira kira alıyor. Bu helal oluyor da bir başka insan elindeki 200 bin lirayı bir başkasına verip aylık 500 lira faiz (paranın kirası) alınca niye haram oluyor?” Tabii hepimiz aval aval birbirimizin yüzüne bakıp sustuk. Böyle durumlarda verilebilen cevap sadece “Allah haram etmiş de ondan” olabiliyor ve susuluyor.
Bu topraklarda, belki de insanlık tarihinde en çok tartışılan konulardan biri herhalde “faiz”dir. Fakat bu kadar tartışmaya rağmen bir türlü sonuca ulaşamamıştır. Nedir faiz? Ne kadardan sonrası faizdir? Mesela şu ayetteki “Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. (Âl-i İmran 3/130)” “kat kat arttırılmış” ne manaya gelmektedir? Ya da şu ayetteki “Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız faizden arta kalanı bırakın. Şayet böyle yapmazsanız, Allah’a ve Resulü’ne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tövbe ederseniz artık sermayeleriniz sizindir. Böylece ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz. (Bakara 2/278-279).” “faizden arta kalanı bırakın” ne demektir? Bunlara her fakih kendi anlayışına göre cevap veriyor ama verilen her cevap yeni tartışmaları beraberinde getiriyor.
Peki şu hadisteki “Rasûlüllah bizi altını parayla veresiye satmaktan nehyetti.” (Buharî, 1993: Büyû 80),” “altını parayla veresiye satmak” tan bir hüküm çıkar mı? Kağıt parayı veresiye satabilir miyiz acaba? Peki şu hadis “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla, tuz tuzla başa baş misliyle, peşin olarak satılır. Kim artırır veya artırılmasını talep ederse faize girmiş olur. Bu işte, alan da veren de aynıdır”(Müslim, ts.: Müsakat 82)” ne anlatmak istiyor?
İşte bu hükümler tam ve net açıklığa kavuşturulamadığı için tartışmalar da hiç bitmiyor?
Ben akademisyen değilim. O yüzden de haddimi aşmamaya gayret ediyorum. Hem fıkıhçıların sahasına, hem de iktisatçıların sahasına fazla tecavüz etmemeye gayret ediyorum. Ama her şeyden önce pratik biriyim ve pratik hayatın her türlü çilesini çekmiş bir insanım. Bildiğim klasik bir iktisat kuralı vardır. Üretimin 4 ana faktörü var. 1: Müteşebbis, 2: Sermaye, 3: Emek, 4: Toprak. Yani bu 4 faktör bir araya gelince ancak üretim olabiliyor. Üretim nedir? İnsanların hayatlarını idame ettirebilmeleri için gerekli her şeyin birileri tarafından yapılıp imal edilmesi süreci. Yani üretim olmazsa insanoğlu aç ve çıplak kalır demektir. Yani üretim kutsal bir faaliyettir. Üretim yapmak için yola çıkanlar da kutsanması gereken insanlardır. Bu 4 faktörden en önemlisi ve olmazsa olmazı “müteşebbis”tir. Diğer üç faktör bir araya gelip bir şey yapamazlar. Mutlaka onların başına bir müteşebbis gerekir. Sıralamada ikinci önemli faktör ise zamana ve mekana göre değişiklik gösterebilir. Örneğin; “emek”in bol “sermaye”nin az olduğu yer ve zamanda (bugün Afrika ve Asya’da) ikinci önemli faktör “sermaye” olurken, tersinin geçerli olduğu yer ve zamanda (bugün Avrupa, Amerika, Japonya, Singapur) “emek” ikinci önemli faktör olmaktadır. “Toprak” ise en bol bulunan olduğu için o hep 4. Sırada kalmaktadır.
Bu 4 faktör, bulundukları mekana, zamana, teşebbüsün mahiyetine göre üretimden elde edilen kazançtan değişik oranlarda paylarını almaktadır. Alamazlarsa zaten o üretimin bir parçası olmaktan çekileceklerdir. Yani “sermaye”, Afrika, Asya gibi zor bulunan ülkelerde, üretimden en yüksek payı almadıkça, üretim faaliyetine katılmayacaktır. “Emek” Avrupa-Amerika gibi yerlerde, üretimden hatırı sayılır bir pay alamayacaksa, müteşebbisi kendisine yalvartacaktır.
Bir müteşebbisin aynı zamanda sermayesi de olabilir. Bu durumda iş daha kolay olacaktır. Çünkü müteşebbis, sermayesi olan bir başka kişiyi “ne olur bana sermaye ver de şu karlı işi yapayım” diye ikna etmek zorunda kalmayacaktır. Eski dönemlerde, yani şehirleşme ve gelişmenin çok ve yüksek olmadığı, yerel ilişkilerin hala devam ettiği yerlerde, müteşebbis ruhlu bir kişi projesine sermaye vermesi için akrabasını, arkadaşını, bir tanıdığının tanıdığını bulabilmekte, kazançtan ona ikna olacağı bir payı teklif etmekte ve üretime başlayabilmektedir.
Kentlileşmenin arttığı, birebir insan ilişkilerinin ve güvenin zayıfladığı, yapılacak yatırıma sağlanması gereken sermayenin, bir kişinin karşılayabileceğinden çok daha büyük boyutlara ulaştığı günümüzde ise artık eş-dost-akrabadan sermaye desteği almanın imkanı kalmamıştır. Ama ihtiyaçlar hem çeşitlenmiş hem de beklentiler yükselmiş bunlara bağlı olarak da yatırımların büyüklüğü artmıştır. Bu yatırımlara sermayeyi, sermayenin bütününü karşılayacak bir kişidense, küçük küçük miktarlarını karşılayacak yüzlerce kişiden bulmak zorunda kalınmıştır. Ama müteşebbis ile sermayedarı bir araya getirip, bir kahvede toplayıp “haydi herkes cebindekini bu torbaya koysun” demek mümkün ve akıllıca olamayacağı için (gerçi bunun çok kötü örnekleri görüldü ve acı sonlar yaşandı), küçük küçük birikimleri bir araya toplayıp, onları yatırıma dönüştürecek olan müteşebbise veren kurumlar ihdas edilmiştir. Bunun adı “banka”dır. Bankalar, “benim kenarımda bir miktar para var, bir sene kullanmayacağım, alın bunu iş yapacak birine verin” diyen sıradan vatandaşların paralarını, “benim projem var, bunu hayata geçirip insanlara faydalı üretim yapacağım” diyen müteşebbislere aktarmaktadır.
İşte burada, üretimin 4 faktöründen biri olan sermayedarların, hiç tanımadıkları ve tanımayacakları bir müteşebbisin yapacağı üretimden elde edilen kazançtan ne kadar pay alacaklarının nasıl belirleneceği problemi ortaya çıkmaktadır. Eğer, küçük bir birikime sahip vatandaş, kendine hem tatmin edecek bir getiri getirmeyecekse, hem de bir gelir garantisi verilmeyecekse parasını yastık altından çıkarmamaktadır. Bu durumda da üretim yapılamamakta, iş sahası açılamamakta, fiyatlar yükselmektedir. Bunu çözmek için bankalar araya girip “yastığının altındaki parayı bana getir, bir yıl sonra sana, onun üzerine %….. kadar garanti kar vereyim” diyerek küçük yatırımcıyı ikna etmektedir. Sonra topladığı bu parayı da, kendi işletme maliyetini ve kredinin ödenmeme riskini de üstüne koyarak “al sana sermaye, hayalindeki işi yap, paranı kazan ve yıl sonunda bana, sana verdiğim paranın üzerine %…… kadar koyarak geri getir” diyerek müteşebbise vermektedir. İşte bu faaliyetle insanların karnını doyurmakta, üstüne elbise alabilmektedir.
Küçük tasarrufçunun, parasını bankaya vermesi karşılığı bankadan 1 yıl sonra aldığı pay, klasik üretim faktörlerinden “sermaye”nin, kazançtan aldığı paydır. Günlük hayatta buna “faiz” denmesi, üretimin kazancından alınan payın helal olmasını ortadan kaldırmaz.
Buna benzer durumlarda, “efendim o adam da bankaya parayı faizle vermesin” argümanı ileri sürülüyor. Bununla ilgili bir soruyu, İslam ve ticaret konusunda ihtisas yapmış bir profesöre sordum. “Elimde insanlık için faydalı olacak bir projem var. Ama param yok. Bu işe yatırım yapacak birisini de bulamıyorum veya ikna edemiyorum. Ama banka bana para veriyor. Sen de bankadan alınan paranın sonunda ödenen fazladan miktarın faiz olduğunu ve bunun zinhar haram olduğunu söylüyorsun. Ben bu durumda ne yapayım? dedim. Bana cevabı şu oldu: “Ya sana faiz almadan para verecek veya sana ortak olacak birini bulacaksın, ya da bu işi yapmaktan vaz geçeceksin.” Evet hüküm bu.
Ben bu tür durumlarda hep tersi durumu düşünürüm. “Ya hiç kimse elindeki üç-beş kuruşu, ekonomiye faydalı olsun diye bankaya yatırmasa ne olur?”
Bu konuya devam edeceğim.