Bireysel haklar nelerdir? Patrick Carrol – Dan Sanchez

John Locke’dan günümüze hakların felsefesini keşif

Çeviren: Kamil Sarı
Redaksiyon: Büşra Sönmez

Günümüzde haklar fikri çok sık dile getiriliyor. Günümüzün siyasi söylemine hakim olan iki hak türü vardır.

İlk olarak, barınma, sağlık ve eğitim hakkını içeren refah hakları vardır.

İkinci olarak, kadın hakları, işçi hakları, eşcinsel hakları ve trans haklarını içeren kimlik tabanlı haklar vardır.

Klasik liberalizmle (politik solun modern “liberalizmi” ile karıştırılmamalıdır) ilişkilendirilen daha az bilinen üçüncü bir türü de vardır. Klasik liberal paradigma genel olarak bir bireysel haklar felsefesi olarak tanımlanabilir.

Bireysel haklar paradigması son birkaç on yılda büyük ölçüde unutulmuş olsa da aslında diğer ikisinden çok daha eskidir ve modern dünyanın kurucusu niteliğindedir. Bu nedenle, giderek daha fazla kafa karıştıran bu konuya açıklık getirmek amacıyla, klasik liberal görüşü inceleyelim ve modern koşullarımızda nasıl bir rol oynayabileceğini görelim.

Bireysel Haklar: Klasik Liberal Gelenek

 Haklara yönelik klasik liberal yaklaşım, en ünlü özetini Amerika’nın kurucu belgesi olan aşağıda verilen  Bağımsızlık Bildirgesi’nde sunmuştur:

“Bu Gerçeklerin tartışmasız olduğuna, tüm İnsanların eşit yaratıldığına, Yaratıcıları tarafından belirli devredilemez Haklarla bahşedildiklerine ve bunların arasında Yaşam, Özgürlük ve Mutluluk Arayışının da bulunduğuna inanıyoruz.”

Kurucu Üyeler bu formülasyonu geliştirirken, “liberalizmin babası” olarak adlandırılan John Locke’un (1632-1704) yazılarından büyük ölçüde yararlanmışlardır. Özellikle Locke’un liberal hükümet ve haklar felsefesini detaylandırdığı “Two Treatises of Government” adlı eserinden etkilenmişlerdir.

Bağımsızlık Bildirgesi ile Locke’un “Treatises” adlı eserinden alınan bu bölüm arasındaki paralellikleri düşünün:

“Doğanın durumu, herkesi yönetmeyi zorunlu kılan bir doğa yasasına sahiptir: ve bu yasa olan akıl, kendisine danışan tüm insanlığa, herkesin eşit ve bağımsız olduğunu, hiç kimsenin bir başkasına yaşamı, sağlığı, özgürlüğü ya da malları konusunda zarar vermemesi gerektiğini öğretir.”

 Bu ve diğer bölümlerin açıkça ortaya koyduğu üzere Locke, Amerikan Devrimi’nin (fiziksel bir savaştan çok bir fikirlerin savaşı olan bir devrim) ana ilham kaynağıydı. Amerikan siyasi sistemi büyük ölçüde Locke’çu bir sistemdir. Dolayısıyla, Amerika’nın kuruluşunu çerçeveleyen hakların paradigmasını anlamak için geriye dönüp Locke’un haklar görüşünü anlamamız gerekir.

Peki Locke’un görüşü neydi? Kısacası Locke, hakların temelde mülkiyetle bağlantılı olduğunu düşünüyordu. Bir şeye sahipseniz, o şeyi uygun gördüğünüz şekilde kontrol etme ve kullanma hakkına sahipsinizdir ve diğerlerinin de bu hakka müdahale etmeme yükümlülüğü vardır.

Bu mülkiyet haklarının en başında öz-mülkiyet gelir; kendi benliğinize, yani bedeninize sahip olduğunuz fikri. Eğer bedeniniz istediğiniz gibi kullanabileceğiniz bir hak olarak size aitse, bu başkalarının (hükümet yetkilileri de dahil olmak üzere) bedeninizi kullanmanıza müdahale etmeme yükümlülüğü olduğu anlamına gelir. Özellikle, başkalarının bedeninizi tahrip etmesi, saldırması veya köleleştirmesi ahlaken yasaktır. Bu sizin yaşam, sağlık ve özgürlük hakkınızdır.

Siz de mal sahibi olabileceğinizden dolayı, başkalarının sizin mallarınızı çalmaktan, zarar vermekten veya başka bir şekilde kullanmanıza müdahale etmekten kaçınmak gibi ahlaki bir görevi vardır. Başka bölümlerde Locke bunu “mülk edinme hakkı” olarak adlandırmaktadır.

Jefferson’ın Bağımsızlık Bildirgesi’nde neden “mülk”, “mülkiyet” ya da “varlık” gibi ifadeler yerine “mutluluk arayışı” ifadesini kullandığı tartışılsa da Kurucu Üyelerin Locke’un haklar teorisinden yararlandıkları açıktır; bu teori büyük ölçüde mülkiyete dayalı bir teoridir: hem öz mülkiyet hem de dış kaynakların mülkiyeti. Onlara göre, bireysel hakların korunması öncelikle bireysel mülkiyet haklarının korunmasıyla ilgiliydi.

Bu hak görüşüyle ilgili vurgulanması gereken birkaç husus vardır. Bunlardan ilki, bu hakların ırk, cinsiyet, milliyet, meslek, soy ve benzeri unsurlardan bağımsız olarak tüm insanlar için eşit şekilde geçerli olmasıdır. Kurucu Üyeler pratikte bu idealin gerisinde kalmış olsalar da, hakların grup üyeliğine dayalı değil, birey için olması gerektiği ve evrensel olması, herkese uygulanması gerektiği fikrini ilk uygulayanlardan bazılarıydı.

Mülkiyet haklarının kayda değer bir diğer özelliği de kapsamlarının çok sınırlı olmasıdır. Yaşam hakkı basitçe cinayetten muaf olma hakkıdır. Sağlık ve özgürlük hakları da aynı şekilde saldırıya uğramama ve köleleştirilmeme haklarından daha fazlası değildir. Mülkiyet hakkı basitçe mallarınızın çalınmaması, zarar görmemesi ya da başka bir şekilde müdahale edilmemesi hakkıdır.

Bu hakların hepsi size yapılmaması gereken şeyleri içerdiğinden, siyasal filozoflar bunlara genellikle negatif haklar adını verirler. Kısacası, öldürülmeme, saldırıya uğramama, köleleştirilmeme ve soyulmama hakkına sahipsiniz.

Negatif haklar, başkalarının negatif yükümlülükleri olduğunu, yani belirli eylemlerden kaçınma yükümlülüğü olduğunu gösterir. Özellikle, insanların başkalarını öldürmekten, onlara saldırmaktan ve köleleştirmekten kaçınmak gibi ahlaki bir görevi olduğu gibi, başkalarını soymaktan kaçınmak gibi bir görevi de vardır.

Refah Haklarıyla İlgili Sorun

Klasik liberal bireysel haklar kavramını ortaya koyduğumuza göre, şimdi bu kavramın refah haklarıyla başlayan daha modern iki hak paradigmasıyla nasıl bir ilişki içinde olduğuna bir göz atalım.

Yeniden, refah hakları barınma, sağlık, eğitim, gıda ve temiz su gibi hakları içerir. Buradaki fikir, bu mal ve hizmetler temel ihtiyaçlar olduğu için, bunları herkese -genellikle hükümet aracılığıyla- ya da en azından kendi ihtiyaçlarını karşılayamayanlara sağlamak “toplumun” görevidir.

Refah haklarının mülkiyet haklarından farklı bir şekilde formüle edildiğini söylemeden geçmeyelim. Mülkiyet size belirli şeylerin yapılmaması hakkını ifade ederken, refah hakları sizin için belirli şeylerin yapılması hakkını ifade eder. Dolayısıyla, mülkiyet hakları negatif haklar olarak kabul edilirken, refah hakları pozitif haklar kategorisine girer.

Bu ayrım, söz konusu haklara karşılık gelen görevlere de yansıtılır. Pozitif haklar söz konusu olduğunda, başkalarından beklenen basitçe sadece bedeninize ve mülkünüze müdahale etmemeleri değildir. Artık size bir şekilde yardımcı olmak gibi pozitif bir görevleri vardır.

Haklar kulağa hoş bir kavram gibi geldiğinden, mümkün olduğunca çok sayıda hakkı savunmak cazip geliyor. Ne de olsa kim daha fazla hakka karşı olabilir ki? Sorun şu ki, bazı hak türleri birbiriyle çelişir ve bu yüzden karşılıklı olarak münhasırlardır. Ya birine ya da diğerine sahip olabilirsiniz ama ikisine birden sahip olamazsınız.

Örneğin, pozitif ve negatif haklar temelde birbiriyle uyumsuzdur. Her ikisi de kulağa hoş gelse de birazdan göreceğimiz gibi, biri ya da diğeri arasında seçim yapmak zorunda kalırız. Klasik liberalizm mülkiyetin negatif haklar geleneğine dayandığından, klasik liberaller refah hakları gibi pozitif hakları tamamen reddederler, çünkü bunları kabul etmek mülkiyet haklarını etkisiz duruma getirecektir.

Peki bu iki sistem nasıl uyumsuz olabilir? Bir örnek üzerinde düşünelim.

Diyelim ki benim yiyeceğim var ve siz açsınız. Benim yemeğim üzerinde hakkınız var mı? Başka bir deyişle, benim yemeğim üzerinde hak sahibi misiniz? Evet demek cazip gelebilir, ancak bunu yaparsak, yemeğim üzerinde hakkım olmadığı anlamına gelir.

“Hak” kelimesi burada kullanışlıdır. Mülkiyet başlığında olduğu gibi başlık kök kelimesine dikkat edin. Bu yiyeceğe “hakkınız” olduğunu söylemek, yiyeceğin haklı olarak sizin mülkünüz olduğu anlamına gelir. Ama eğer bu sizin malınızsa, benim malım olamaz. Sonuçta, ikimiz de bu yiyecek üzerinde mülkiyet hakkına sahip olamayız. Herhangi bir kıt kaynağın nasıl kullanılacağı konusunda sadece bir kişi son sözü söyleyebilir. Sadece bir kişi gerçek hak sahibi olabilir.

Dolayısıyla, aç bir kişinin başkasının yiyeceği üzerinde pozitif bir hakkı varsa, o zaman diğer kişinin yiyeceğinin alınmasından bağımsız olmak gibi negatif bir hakkı olamaz. Bir başkasının yemeğini almak ya hakkınız olanı almaktır ya da hırsızlıktır (hakkınız olmayanı almak). Yiyecek aynı anda hem hakkınız olan hem de hakkınız olmayan bir şey olamaz. Dolayısıyla, bu iki hak birbiriyle uyumsuzdur ve bunlardan yalnızca biri tutarlı bir şekilde desteklenebilir. Ayn Rand’ın dediği gibi, “Eğer bazı insanlar başkalarının emeğinin ürünlerine sahip olma hakkına sahipse, bu diğerlerinin haklarından mahrum olduğu anlamına gelir.”

Başka bir örnek vermek gerekirse, diyelim ki ben bir doktorum ve sizin benim sağlık hizmetlerime ihtiyacınız var. Benim emeğim üzerinde bir hakkınız var mı? Evet ise, bunun ne anlama geldiğini düşünün. Bu, bedenimin artık tamamen bana ait olmadığı anlamına gelir. Sonuçta benim hizmetlerime hakkınız var, bu da size yardım etmek için bedenimi kullanmam gerektiği anlamına geliyor. Bedenim o anda kısmen sizin mülkünüzdür. Bu yüzden, hizmetlerim üzerinde olumlu bir hakkınız olduğunu söylemek, hizmeti reddetmek için olumsuz bir hakkım olmadığını söylemektir.

Gördüğümüz gibi, pozitif haklar paradigmasının tamamı negatif haklar paradigması ile uyumsuzdur. Eğer insanlar başkalarının emekleri ve malları üzerinde hak sahibiyse, bu başkalarının kendi bedenlerini ya da mallarını uygun gördükleri şekilde kullanma hakkına sahip olmadıkları anlamına gelir. Öte yandan, eğer insanlar kendi bedenlerine ve mallarına haklı olarak sahipse, o zaman başkalarının bu mülk üzerinde hiçbir hak iddiası olamaz. Hükümet yasaları yoluyla bile olsa, bu şeylere kendi amaçları doğrultusunda el koyma hakkı yoktur.

19. yüzyıl siyaset filozofu Frédéric Bastiat, 1850 tarihli “The Law” (Hukuk) adlı eserinde pozitif ve negatif haklar arasındaki çatışmanın altını çizmiştir.

“Bay de Lamartine bir keresinde bana şöyle yazmıştı: “Sizin doktrininiz benim programımın sadece yarısı. Siz özgürlükte durdunuz; ben kardeşliğe gidiyorum.” Ben de ona cevap verdim: “Programınızın ikinci yarısı ilkini yok edecektir.” Aslında kardeşlik kelimesini gönüllülük kelimesinden ayırmak benim için imkânsız. Özgürlük yasal olarak yok edilmeden ve dolayısıyla adalet yasal olarak ayaklar altına alınmadan kardeşliğin yasal olarak nasıl uygulanabileceğini anlamam mümkün değil.”

Murray N. Rothbard 1982 tarihli “The Ethics of Liberty” (Özgürlük Etiği) adlı kitabında bu konuyu pozitif “geçimi sağlayacak maaş hakkı” örneği ile açıklamıştır.

“Bir insanın mülkiyeti üzerinde hakkı olduğunu söyleyebiliriz (yani mülküne müdahale edilmemesini isteme hakkı), ancak herhangi birinin “geçimi sağlayacak maaş almaya “hakkı” olduğunu söyleyemeyiz; çünkü bu, birilerinin ona böyle bir maaş vermeye zorlanması anlamına gelir ve bu da zorlanan kişilerin mülkiyet haklarını ihlal eder.”

Dolayısıyla, refah hakları gibi pozitif haklarla ilgili temel sorun, özgürlüğün özü olan negatif hakları kaçınılmaz olarak ihlal etmeleridir. İnsan haklarının koruması gereken asıl özgürlüklerine zarar veririler. Zorlamayı sadece kabul edilebilir değil, aynı zamanda övgüye değer hale getirirler.

Rothbard bu konudaki klasik liberal görüşleri şu şekilde özetlemektedir. “Gerçek ve sahte bir “hak” arasındaki hayati bir ayrım, birincisinin hiç kimse tarafından olumlu bir eylem gerektirmemesidir…” Rothbard, gerekli olan tek şeyin “müdahale etmemek” olduğunu söyler.

Bu hayati ayrım ne yazık ki geçtiğimiz yüzyıl boyunca bulanıklaşmış ve yaygın bir kafa karışıklığına yol açmıştır.

Başkan Franklin D. Roosevelt bu konuda en büyük suçlulardan biriydi. 1944 yılında yaptığı “Birliğin Durumu” konuşmasında, “yeterli yiyecek, giyecek ve eğlence sağlayacak kadar kazanma hakkı”, “her ailenin iyi bir eve sahip olma hakkı”, “yeterli tıbbi bakım hakkı ve iyi bir sağlık elde etme ve bundan yararlanma fırsatı” ve “iyi bir eğitim hakkı” gibi “ekonomik haklarıgüvence altına alacak bir “İkinci Haklar Bildirgesi” fikrini ortaya atmıştır.

Siyaset felsefecisi Charles Kesler bu hamle için çarpıcı bir açıklama yapmaktadır;

“FDR’nin siyasi dehasının bir parçası, yeni haklar kavramını eski haklar kavramıyla birlikte örmek, yeniliğini ve radikalliğini biraz örtbas etmekti. Bunu da sizin az önce özetlediğiniz çizgide yaptı: “Elbette eski haklar hala var, bunlar sadece eski haklara eklediğimiz yeni haklar. Onlardan bir şey eksiltmiyor, onlara bir şeyler ekliyoruz. Ve aslında eski hakları savunmak için bu yeni haklara ihtiyacımız var. Çünkü işsiz bir adam için oy kullanma hakkı ne anlama gelir? Mülk sahibi olma hakkı, mülkü olmayan bir adam için ne ifade eder?” Ve bu, aslında çok yeni ve bir bakıma devrimci olan bir fikri eski bir fikrin devamı olarak sunmada çok başarılı bir kombinasyondu.”

https://youtu.be/qSXt-v-MQsY

Pozitif ve negatif haklar arasındaki muntazam ayrım, Çek hukukçu Karel Vašák tarafından 1977 yılında Unesco’ya sunduğu “A 30-year struggle: The sustained efforts to give force of law to the Universal Declaration of Human Rights.” başlıklı makalesi ile halkın anlayacağı hale getirilmiştir. Vašák muhtemelen Isaiah Berlin’in 1958 tarihli etkileyici konuşması Two Concepts of Liberty‘de yer alan pozitif ve negatif “özgürlük” tanımlamasından yararlanıyordu.

Vašák makalesinde hakların üç “neslini” ana hatlarıyla ortaya koyuyor. Bu kavramı, 10 Aralık 1948’de, yani 75 yıl önce, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen ve insan hakları söylemi tarihinde anahtar bir belge olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni tartışmak için kullanıyor.

“Evrensel Bildirge’de ilan edilen haklar iki kategoriye ayrılmaktadır: bir yanda medeni ve siyasi haklar, diğer yanda ekonomik, sosyal ve kültürel haklar. Son yıllarda toplumun değişen kalıpları nedeniyle, Unesco Genel Müdürü’nün “üçüncü nesil insan hakları” olarak adlandırdığı kavramın formüle edilmesi zorunlu hale gelmiştir.”

 “Birinci kuşak “negatif” haklarla ilgilidir; bu haklara saygı gösterilmesi devletin bireysel özgürlüklere müdahale etmemesini gerektirir ve  medeni ve siyasi haklara kaba bir biçimde karşılık gelir.”

 “Diğer yandan ikinci kuşak , çoğu sosyal, ekonomik ve kültürel hakta olduğu gibi, uygulanması için devletin pozitif eylemini gerektirir. Uluslararası toplum şu anda “dayanışma hakları” olarak adlandırılabilecek üçüncü nesil insan haklarını uygulamaya koymaktadır. (Bunlar aynı zamanda pozitif haklar olarak da değerlendirilmektedir)”

 “Bu haklar arasında kalkınma hakkı, sağlıklı ve ekolojik açıdan dengeli bir çevre hakkı, barış hakkı ve insanlığın ortak mirasına sahip olma hakkı yer almaktadır.”

 Önceki analizin açıkça ortaya koyduğu üzere, Bildirge’de hem pozitif hem de negatif hakların yer alması kritik bir hatadır ve yarattığı tutarsızlıklar nedeniyle tüm belgeyi geçersiz kılar. Şimdi, belgenin kendi içinde tutarlı olduğunu iddia edilebilir çünkü belirttiği negatif haklar vergilendirme ve diğer zorlayıcı hükümet önlemlerine yer açan açık sınırlamalara sahiptir, ancak bu belge için çok daha kötüdür. Ana işlevi negatif mülkiyet haklarını zayıflatmak olan bir haklar bildirgesi işe yaramazdan da beterdir. Savunduğunu iddia ettiği kavrama karşı çalışır.

Ancak Bildirge ile ilgili daha da mühim bir sorun vardır.

Giderek daha fazla hakkın listelenmesi iyi bir tanıtım sağlayabilir, ancak büyük ölçüde temel felsefeyi gizlemeye ve dolayısıyla kavramın ahlaki gücünü zayıflatmaya hizmet eder. İhtiyacımız olan şey daha fazla “hak” değil, adına layık olan tek hakkı daha iyi anlamak ve daha titizlikle savunmaktır: bireysel mülkiyet hakları.

Rothbard ayrıca Power and Market (Güç ve Piyasa) eserinde “insan hakları” paradigması hakkında önemli bir yorum yapar:

“Belirsiz ve tamamen “insani” haklar üzerinde yoğunlaşma sadece bu gerçeği (iddia edilen “insan haklarının” mülkiyet haklarına indirgenebileceği) gerçeğini gizlemekle kalmamış, aynı zamanda bireysel haklar ile sözde “kamu politikası” veya “kamu yararı” arasında zorunlu olarak her türlü çatışma olduğu inancına yol açmıştır. Bu çatışmalar da sırasıyla, insanları hiçbir hakkın mutlak olamayacağını, hepsinin göreceli ve geçici olması gerektiğini iddia etmeye yöneltmiştir.”

Ancak, Rothbard’ın da belirttiği gibi, bireysel haklar negatif mülkiyet haklar gibi doğru bir şekilde anlaşıldığında, bunları istisnalarla nitelendirmeye gerek yoktur.

Negatif hakların en güzel yanı birbirleriyle asla çelişmemeleridir. Benim kendim ve mülküm üzerindeki hakkım, sizin kendiniz üzerindeki hakkınıza asla müdahale etmez. Şimdi, bazıları negatif hakların saldırı veya hırsızlık (daha genel olarak haksız fiil suçları) durumlarında çatıştığını iddia edebilir, ancak bu itiraz negatif hakların yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Negatif bir hak, sahip olduğum şeyle istediğim her şeyi yapabileceğim anlamına gelmez, çünkü açıkça bir sınırlama, kişiliğimi ve mülkümü sizinkine müdahale etmek için kullanamayacağımdır. Yüksek Mahkeme Yargıcı Oliver Wendell Holmes Jr’ın ünlü ifadesiyle, “Yumruğumu sallama hakkım, diğer adamın burnunun başladığı yerde biter.” Ya da Herbert Spencer’ın açık  bir şekilde ifade ettiği gibi, “Her insan, başka herhangi bir insanın eşit özgürlüğünü ihlal etmemek kaydıyla, dilediğini yapmakta özgürdür.” Bu ilke uygulandığında hiçbir çelişkili haklar ortaya çıkmaz.

İnsan refahından kaygılananlar için klasik liberallerin refah haklarını reddetmesi duygusuz ve hatta zalimce görünebilir. Ancak klasik liberaller bu nitelendirmeye karşı çıkacaktır. Gerçek şu ki, refah hakları aslında insan refahını daha da kötüleştirmektedir. Zannedilenin aksine, arzu edilen refah sonuçlarını bireysel negatif haklar pozitif haklardan daha çok destekler.

Neden böyle? Çünkü özel mülkiyet ve serbest piyasa üretken bir ekonominin anahtarıdır.

Kaynakların tüketilebilmeden önce üretilmeleri gerekir ve özel mülkiyet haklarına dayalı serbest piyasa sistemi, bol miktarda yüksek kaliteli, düşük maliyetli mal ve hizmet sağlama becerisi bakımından benzeri yoktur. Bunun nedeni, kar ve zarar gibi serbest piyasanın özünde var olan dinamiklerle ilgilidir. Devlet kamu hizmeti sağladığında bu dinamikler mevcut değildir, dolayısıyla devlet harcamaları ister istemez kaynakları israf eder ve üretimi engeller. Bu da genel olarak daha düşük bir yaşam standardına yol açar ki bu da özellikle toplumdaki en yoksullar(Bu refah hakları programlarıyla yardım edilmesi gereken insanlar!) için zararlıdır.

Henry Hazlitt, “Private Property, Public Purpose” (Özel Mülkiyet, Kamusal Amaç) adlı makalesinde, serbest girişim sistemindeki özel yatırımların zaten kamuya mümkün olan en iyi şekilde yardımcı olduğuna dikkat çekmiştir.

Tüm kamulaştırma planlarının savunucularının farkına varamadıkları şey,” diyor ve ekliyor: “piyasa için mal ve hizmet üretiminde kullanılan özel sektörün zaten tüm pratik amaçlar için kamusal servet olduğudur. Kamuya, devlete ait olması ve devlet tarafından işletilmesi kadar -aslında çok daha etkili bir şekilde- hizmet etmektedir.”

Ekonomist Ludwig von Mises’in sık sık söylediği gibi, kapitalizm “kitleler için kitlesel üretim” demektir. Veriler de bunu doğrulamaktadır. Son iki yüzyıl içinde kapitalizmin yükselişi sayesinde insanlık hiç olmadığı kadar refah içinde bir hale geldi. Hür teşebbüs ve refah arasındaki ilişki sadece zaman içinde değil, aynı zamanda mekân genelinde de geçerli. Daha fazla ekonomik özgürlüğe sahip uluslar, hükümetin ekonomide daha büyük bir rol oynadığı ülkelere kıyasla neredeyse her refah ölçütüne göre daha iyi durumda olma eğilimindedir.

Yoksullara yardım etmenin en iyi yolu mevcut zenginliği yeniden dağıtmak değil, daha fazla kaynak üretmektir. Bu üretimin anahtarı ise, özel mülkiyet hakları nedeniyle kitlelerin refahı için diğer tüm yaklaşımlardan daha iyi olan serbest girişim sistemidir.

Kimlik Temelli Haklarla İlgili Sorun

 Yukarıda da bahsedildiği üzere, son on yıllarda ve yüzyıllarda birçok hareket kimlik temelli hakları savunmuştur. Bunlar arasında kadın hakları, siyah hakları, eşcinsel hakları, işçi hakları ve benzerleri yer almaktadır.

Başlangıçlarında bu hareketlerin çoğu oldukça takdire şayandı. Klasik liberal gelenekle uyumlu olmakla kalmayıp, daha önce bu haklardan mahrum bırakılan marjinalleştirilmiş insanlara bireysel hakları uygulayarak aslında bu geleneğin ön saflarında yer aldılar.

Kölelik karşıtı hareket buna iyi bir örnektir. Kölelik, sadece kölelere kötü davranıldığı için değil, aynı zamanda kendi bedenlerini kontrol etme hakkından mahrum bırakıldıkları için de apaçık ahlaki bir kötülüktü. Kölelik karşıtları bu yanlışı düzeltmek için, ırkları ya da sınıfları ne olursa olsun tüm bireylere bireysel hakların uygulanmasını savundular. Frederick Douglass’ın yazdığı gibi, “Bizimki gibi karma bir ulusta, kanun önünde olduğu gibi, zengin, fakir, yüksek, alçak, beyaz, siyah olmamalı, ortak ülke, ortak vatandaşlık, eşit haklar ve ortak bir kader olmalıdır.

Kadın hakları hareketinin de benzer bir ortaya çıkışı vardır. Geçmişte kadınlar, mülk sahibi olma ve mülklerini kontrol etme yeteneklerini sınırlayan yasalar nedeniyle büyük ölçüde özerklikten mahrum bırakılmışlardır. Bilinen genel oy hakkı mücadelesinin yanı sıra, ilk kadın hakları hareketi büyük ölçüde kadınların erkeklerle eşit mülkiyet haklarına sahip olabilmeleri için bu tür yasaları ortadan kaldırma girişimiydi. Daha sonra kolektivist feministler harekete hakim olsa da bu yasalara karşı çıkan ilk insanların çoğu, bireysel haklar felsefesine dayanan farklı bir geleneğin parçasıydı. Bu gelenek bireyci feminizm olarak adlandırılmıştır.

Wendy McElroy, “Bireyci feministler eşitliğe daha katı bir şekilde hukuki açıdan yaklaştılar.” diye yazıyor ve ekliyor: “doğal hukuk teorisine başvurdular. Kadınların bireysel haklarının, erkeklerin ve kadınların kişiliğini ve özel mülkiyetini aynı şekilde koruyan yasalar altında tam olarak tanınmasını umdular. Tercih ettikleri terim, her insanın kendi bedeni ve kendi emeğinin ürünleri üzerinde sahip olduğu ahlaki yargı yetkisine atıfta bulunan ‘öz mülkiyet’ idi. Bu yaklaşım sadece özel mülkiyeti ve doğal hakları benimsemekle kalmamış, aynı zamanda barışçıl bireylere erdem ya da toplumsal saflık dayatmayı reddetmeyi de içermiştir. Her yetişkin, bir başkasına karşı saldırganlık içermeyen herhangi bir yaşam tarzını seçme hakkına sahipti.”

Eşcinsel hakları hareketi de en azından bazı konularda başlangıçta bireysel haklarla uyum sağlıyordu. Rıza gösteren yetişkinler arasındaki eşcinsel cinsel aktivitenin 1962 yılına kadar 50 eyaletin tamamında yasadışı olduğunu ve bazı eyaletlerin 2003 yılında Lawrence v. Texas davasında Yüksek Mahkeme tarafından iptal edilene kadar homoseksüellik yasalarına sahip olduğunu hatırlamak gerekir. Elbette dünyanın geri kalanındaki pek çok ülke günümüzde  eşcinsel yaşam tarzlarını yasaklamaya devam etmektedir.

Eşcinsel hakları hareketi yetişkinler arasında rızaya dayalı eylemleri yasallaştırmaya çalıştığı ölçüde, başkalarının haklarını ihlal etmedikleri sürece tüm insanların bedenlerini uygun gördükleri şekilde kullanma hakkını savunan bireysel haklar geleneği içinde yer almaktadır.

Bir kişinin bir şeyi yapma hakkını desteklemenin, o eylemin ahlaki açıdan onaylanması anlamına gelmediğinin vurgulanması gerekir. Örneğin, bir kişinin düzenli olarak ağır uyuşturucu kullanma hakkını desteklemek, o kişinin bu yaşam tarzını onayladığı anlamına gelmez. Haklar kavramı, söz konusu eylemin etiği ile ilgili değildir. Tamamen eylemi yasaklamaya yönelik şiddetli müdahalenin etiği ile ilgilidir. Haklara ilişkin bir pozisyon, basitçe “Güç ne zaman haklıdır?” sorusunu cevaplamakla ilgilidir.

James A. Sadowsky, The Libertarian Alternative‘de (Rothbard’ın The Ethics of Liberty’sinde alıntılanmıştır) bu noktayı açık bir şekilde özetlemektedir;

“Bir kişinin belirli şeyleri yapmaya hakkı olduğunu söylediğimizde, sadece ve sadece şunu kastediyoruz: bir başkasının, tek başına ya da birlikte, fiziksel güç kullanarak ya da bu tehdidi kullanarak onu bunu yapmaktan alıkoyması ahlaka aykırı olacaktır. Bir insanın mülkünü belirlenen sınırlar dahilinde kullanmasının mutlaka ahlaki bir kullanım olduğunu kastetmiyoruz.”

 Kimlik temelli haklar hareketlerinin kökleri büyük ölçüde klasik liberal bireysel haklar geleneğine dayansa da 20. yüzyılda bu köklerden uzaklaşmaya başladılar. Özellikle kimliğe yapılan kolektivist vurgu hareketleri yoldan çıkardı ve grup üyeleri için pozitif hakları ve ilgili yasal ayrıcalıkları desteklemeye başladılar. Kimlik temelli haklar, bireysel hakların antitezi olan kolektivist haklara doğru kaymıştır.

Bu değişimin kayda değer bir örneği Sivil Haklar Hareketi ve özellikle de 1964 tarihli Sivil Haklar Yasası’dır. Irkla ilgili tüm yasaları sona erdirmek yerine (ki bu bireysel haklarla tutarlı olurdu) Medeni Haklar Yasası, özel sektöre ait işletmelerde ırk ve diğer niteliklere dayalı ayrımcılığı yasakladı. Böyle bir politika, özellikle de “medeni haklar” bayrağı altında ileri sürüldüğünde kulağa övgüye değer gelebilir, ancak bu sizi yanıltmasın. Klasik liberal görüşe göre bu, hakların korunması kılığına bürünmüş bir hak ihlalidir.

Sahte bir “ayrımcılığa uğramama hakkı”nın pratikteki çıkarımı, insanların artık mülkiyet haklarının bir uzantısı olan gerçek örgütlenme özgürlüğü hakkına sahip olmamasıdır. İşletme sahipleri artık kiminle iş yapacaklarını seçememekte ve işlerini ayrımcı bir şekilde yürütmeleri yasaklanmaktadır. Bu da onların arazilerini ve kaynaklarını uygun gördükleri şekilde kullanma haklarını ihlal etmektedir.

Yine, güç etiği ile kişisel karar etiğini birbirinden ayırmak önemlidir. Birinin ayrımcılık yapma hakkını savunmak, ayrımcılığı savunduğunuz anlamına gelmez. İnsanların ayrımcılık yapma hakkı olduğunu savunurken ayrımcılıktan nefret edebilirsiniz. Soru “Ayrımcılık ahlaki midir?” değildir. Soru, “Barışçıl ayrımcılık yapanlara karşı güç kullanmak ahlaki midir?” sorusudur.

Mesele şu ki, siyahlara diğerleriyle aynı bireysel hakları verme hareketi olarak başlayan şey, şimdi diğer sözde “hakları” savunmak adına bireysel hakları kısıtlayan bir harekete dönüştü. Sivil Haklar Hareketi, ayrımcılığı zorunlu kılan yasalara karşı çıkmakta haklıydı, ancak bütünleşmeyi zorunlu kılmaya çalıştığında çok ileri gitti. Bireysel haklar perspektifinden bakıldığında, sorun hangi yöne işaret ettikleri gibi değil, bu tür zorunluluklardır.

1963 tarihli Eşit Ücret Yasası da kadın hakları hareketinde bireysel haklardan uzaklaşan benzer bir hamle yapmıştır. Yasa, işverenlerin maaş belirlerken cinsiyete dayalı ayrımcılık yapmasını yasaklayarak, insanların sözleşme özgürlüğüne (aynı zamanda mülkiyet haklarının bir uzantısı olarak) müdahale etmiştir. Kadınlara, hükümetin eşit iş yaptıklarına kanaat getirmesi halinde erkeklerle aynı maaşı alma konusunda pozitif bir hak tanınmış oldu. Olumlu eylem yasal politikaları o zamandan beri kadınlara ve diğer azınlıklara işyerinde daha da kolektivist haklar vermiştir.

Son on yıllarda pek çok başka grup da kimlik temelli hakları savunmuştur. Bunlardan bazıları siyah hakları ve kadın hakları hareketleri ile aynı yolu izledi. Önce grup üyeleri için gerçek bireysel hakları savundular ancak daha sonra kolektivist haklara kaydılar. Diğer gruplar, özellikle de daha yeni olanlar, muhtemelen başlangıçta bireysel haklarını kısıtlayan yasalar olmadığı için doğrudan kolektivist haklara gittiler.

İşçi hakları kavramı muhtemelen  ilk kategoriye girmektedir, ancak tarihi siyah hakları ve kadın hakları tarihine göre daha az nettir. Tipik olarak işçi hakları olarak listelenen bazı şeyler arasında toplu pazarlık hakkı ve zorla çalıştırılmama hakkı bulunmaktadır. Toplu pazarlığın tamamen gönüllü olduğu (hükümet müdahalesi olmadan) varsayılırsa, bunlar bireysel hakların işçilere doğrudan uygulanması olacaktır.

Ancak diğer sözde işçi hakları açıkça bunun ötesine geçmektedir. Örneğin, pek çok kişi işçilerin güvenli bir işyeri, geçinebilecekleri bir maaş, belirli miktarlarda ücretli izin ve diğer pek çok ayrıcalığa sahip olma hakları olduğunu söylemektedir. Ancak bunlar klasik liberal görüşe göre açıkça hak değildir; aslında bunları yasal olarak uygulamak, sözleşme özgürlükleri kısıtlandığı için hem işverenlerin hem de işçilerin gerçek haklarını ihlal etmektedir.

İkinci kategoriye giren (bireysel haklar geçmişi olmayan) kimlik temelli haklara birkaç örnek olarak  “kiracıların hakları” veya “tüketici hakları” verilebilir. Bu hareketler kiracıların ya da tüketicilerin bireysel negatif haklarını savunmak amacıyla meydana gelmemiştir. Aksine, doğrudan yasal ayrıcalıklar, özellikle de ev sahiplerini ve üreticileri ne kadar ücret alabilecekleri veya ürünlerinin hangi standartlara uyması gerektiği konusunda kısıtlayan yetkiler için tartışmaya başladılar.

Gördüğümüz gibi, “haklar” kelimesi kullanıldığında seçici olmak önemlidir. Bu kelimenin bazı uygulamaları klasik liberal geleneğe uygundur, ancak diğerleri, hatta yaygın olarak kabul edilenler, “insan hakları” veya “medeni hakların” korunması olarak lanse edilseler bile, aslında bireysel hakların ihlalidir.

Kolektivist hak hareketlerinin talihsiz sonuçlarından biri de gruplar arasında büyüyen düşmanlık olmuştur ve bunun nedenini anlamak zor değildir. Eğer bir işletme sahibi siyahlara ya da eşcinsellere hizmet vermek istemiyorsa, onları bu kişilere hizmet vermeye zorlamak sadece öfkeyi tetikleyecektir. İşçiler, işverenlerini sözleşmelerine belirli avantajları dahil etmeye zorlayan bir yasa çıkarttırdıklarında, işverenlerin bunu neden hoş karşılamadıklarına şaşırıyor musunuz?

Bu karşıtlığın sonucu genellikle daha fazla kimlik temelli zulümdür. Ayrımcı insanlar hoşlanmadıkları gruplara karşı nazik ve adil davranmaya daha da az meyilli olacaklardır. İşverenler çalışanlarına saygılı davranma konusunda çok daha az istekli olacaklardır. İşin garip yanı, kimlik temelli ayrıcalıklar kimlik temelli düşmanlığın artmasına neden olur. Bu sadece insanın doğasıdır.

Ancak bireysel haklar bunun tam tersini yapar. İnsanların her zaman kendi yollarına gitmelerine izin verildiğinden, klasik liberal çerçeve altında gerçekleşen tek etkileşim her iki tarafın da kendini iyi hissettiği etkileşimlerdir. Bu, bir grubun rakip gruba karşı zafer kazanmak için yasaları kullanmasıyla ilgili değildir. Aksine, insanların (bireylerin) karşılıklı fayda sağlayan ilişkiler kurmak için bir araya gelmesiyle ilgilidir.

https://youtu.be/TT3Jd42b8pA

Serbest piyasanın ayrımcı olmakta ısrar edenleri doğal olarak cezalandırdığını da belirtmek gerekir. Nobel ödüllü iktisatçı Gary Becker’ın 1957 tarihli ufuk açıcı kitabı “The Economics of Discrimination”da belirttiği gibi, rekabet işverenleri önyargılarını bir kenara bırakmaya zorlar, aksi takdirde para kaybederler. Becker’in gerekçesini özetleyen John Hood, “İş başvurusunda bulunanları grupları nedeniyle elemek, rakip bir firma için çalışmaya gidebilecek en iyi işçiyi işe alma şansını azaltmak anlamına gelir” diye yazıyor ve ekliyor. “Benzer şekilde, tüm tüketici gruplarını elemek, satışları rakiplere kaptırmak anlamına gelir.”

 Peki ya birileri ayrımcılıklarının bedelini ödemeye hazırsa? Klasik liberal yanıt şöyledir: “Onları neden durduralım? Barışçıl bir şekilde kendi ayrı  yolumuza gitmek varken neden ahlak kurallarımızı başkalarına dayatma zahmetine girelim?”

 İkinci seçenek sadece baskıyı önlemekle kalmaz, aynı zamanda daha sağlıklı bir topluma yol açar.

Bireysel haklara saygı duyulduğunda, insanlar arasındaki ilişkiler zorlamaya değil dostluğa dayanır. İşbirliğine dayanır, baskıya değil. Hükümet dayatmalarının doğasında var olan hoşgörüsüzlük yerine aynı fikirde olmayanlara karşı hoşgörü vardır.

Bu, bireysel hakların güzelliğidir. Özgürlük sadece kendi iyiliği için iyi değildir. Aynı zamanda uyum, iş birliği, dostluk ve adil anlaşmayı kolaylaştırdığı için de takip edilmeye değerdir.

İronik görünse de bireysel haklar toplumu güçlendirir. Doğrusu, gelişen ve uyumlu bir toplumun temelini oluştururlar.

Büyük Soygun

 Eğer refah hakları ve kolektivist kimlik temelli haklar gerçekten sadece özel yasal ayrıcalıklar ise, neden bunlara hak deniyor? Charles Kesler’in de belirttiği gibi, burada gerçekten olan şey, haklar retoriğinin kulağa hoş geldiği için belirli amaçlar için kullanılması gibi görünüyor. İnsanlar, içinde bulundukları durumu bir hak ihlali olarak çerçeveleyerek davaları için büyük bir sempati yaratabileceklerini fark etmişlerdir. Bu nedenle, bir pazarlama uğruna insanlar, sözde haklara ilişkin temel ilkelerin tamamen yokluğuna rağmen “haklarımız ihlal ediliyor” dilini kullanmaya başladılar.

Dan Sanchez bir başka yazısında, Amerikan bireysel haklar geleneğinin başarısını “‘haklar’a bugüne kadar süren bir parlaklık kazandırdı” diye açıklıyor ve ekliyor; “Ancak ‘haklar’ kelimesi uzun zamandan beri orijinal hak fikrinin düşmanları tarafından gaspedilmiş durumda. Bu fikrin kazandığı prestiji çalmak için, kelimeyi en sevdikleri devlet tarafından verilen haklara bağladılar.”

 Bu soygunun tamamen bilinçli bir manevra olup olmadığı neredeyse konumuzun dışında. Asıl konumuz bunun gerçekleşmiş olması ve bugüne kadar haklar kavramını çevreleyen muazzam kafa karışıklığının kaynağı olmasıdır.

Bu kafa karışıklığından kurtulmak için orijinal, Locke’cu hak paradigmasını yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Bu anlayışla, günün meselelerini değerlendirmek ve gerçek bireysel hakları, onları savunmak adına hakları çiğneyen haklar ve ayrıcalıklardan ayırt etmek için donanımlı olacağız.

Bireysel hakları tutarlı bir şekilde ve taviz vermeden savunarak, herkes için gerçek adaleti, ek olarak herkes için refah ve uyumu geliştireceğiz.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et