Usame Bin Ladin’in Amerikalılar tarafından “ölü ele geçirilmesi” ne anlama geliyor? Dahası İslam, cihad ve terörizm hakkında bize neler söylüyor?
Bu soruların cevaplarına geleceğim, ama öncelikle Türkiye’de çok yaygın olan iki “şehir efsanesi”ne niçin katılmadığımı açıklayayım.
Bunların ilki, “Bin Ladin zaten Amerika’nın adamıydı” hikayesi… Buna inananlar, bazı El Kaidecilerin 80’li yıllardaki “Afgan cihadı” sırasında Amerika’dan askeri yardım almış olmasını dillerine dolamış vaziyette.
Oysa bunda ne var ki? Düşmanınız Sovyetler Birliği iken tabii ki destek alırsınız Amerika’dan. Sonra da “öküz öldü, ortaklık bozuldu” durumu olur. (Biz de Milli Mücadele sırasında Sovyetler’den silah almıştık; Milli Mücadele kadrolarını “Sovyetler’in adamı” mı yapar bu?)
Öte yandan El Kaidecilerin “Amerika’nın adamları” olmadıklarını göstermek için daha ne yapmaları gerek? Müslümanların “ılımlı” olanı zaten peşinen “Amerika’nın adamı” oluyor; Amerikalıları havaya uçuranları da “Amerika’nın adamı” oluyor. Peki “Amerika’nın adamı” nasıl olunmuyor?!
‘Ilımlı’ tekfir
Türkiye’deki bir diğer yaygın klişe, Bin Ladin gibi “terörist” şahsiyetlerin İslam’la hiç alakası bulunmadığı, bunların zaten “Müslüman bile olmadığı” yönünde.
Buradaki iyi niyeti, İslam’a toz kondurmama çabasını anlıyorum. Ancak, kusura bakmayın, bu nevi şahsına münhasır “tekfir” yöntemine itibar etmiyorum. Kelime-i Şehadet getiren hiç kimseye “hayır, sen Müslüman değilsin” denemez. El Kaidecilere de kuşkusuz böyle bir şey söylenemez. Ancak “İslam adına yaptınız şeyler aslında İslam’a aykırı” denebilir ki, denmesi gereken de bence o.
Peki neden aykırı? İslam’da “cihad” diye bir vazife yok mu? Bin Ladin gibi “emperyalistlere kafa tutan” Müslümanlar da cihad etmiyor mu?
Hem İslam dünyasında hem de Türkiye’de olaya bu şekilde bakanlar var. Ve zaten tartışılması gereken asıl mesele de burada.
Kendi fikrimi şöyle özetleyeyim: Müslüman dünyanın 19. yüzyıldan bu yana Batı’nın veya Batı destekli güçlerin (örneğin İsrail’in) saldırı ve işgallerine maruz kaldığı ortada. Buna karşı “ direnme hakkı” da asla inkar edilemez. Bu direnmenin en iyi yolu nedir; diplomasi, siyaset, propaganda, “sivil itaatsizlik” gibi ılımlı yöntemler mi, yoksa “silahlı mücadele” midir, bu da tartışmaya (ve “meşru ayrışma”ya) açıktır.
Cihad’ın şeriatı
Ancak “silahlı mücadele” yolunu seçenlerin (mesela Hamas’ın, Hizbullah’ın vs.) önünde kritik bir soru var: Bu, sadece düşmanın silahlı unsurlarıyla mı yapılmalı? Yoksa “karşı tarafın canını acıtan her şey mübahtır” mantığıyla, çocuk-kadın-yaşlı ayrımı yapmaksızın herkes vurulmalı mı?
İşte bu ikinci yöntem “terör” dediğimiz şeydir. Ve, bana sorarsanız, İslam adına kabul edilemez: Şeriat buna izin vermez!
Çünkü İslam, “cihad” emretmekle kalmamış, bunun ahlaki sınırlarını da belirlemiştir. “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, ancak aşırı gitmeyin” ayeti, hadislerde detaylandırılır: Müslüman ordular; çocuklara, kadınlara, yaşlılara, din adamlarına, ibadethanelere zarar vermemekle yükümlüdür.
Bu asker-sivil ayrımı şeriatta o kadar önemlidir ki, Ortaçağ’daki bir kısım ulema, kuşatılan şehirlere karşı mancınık ve zehirli ok kullanımını bile caiz görmemiş, “masumlar da zarar görür” diyerek yasaklamıştır. Bugün en büyük sorun, “cihad ediyoruz” diye ortaya çıkanların, bu işin hukukunu çiğnemeleri, öfke ve taassupları nedeniyle nice masumların kanına girmeleri.
Usame Bin Ladin, bu yanlış işte en önde gidenlerden biriydi. Hesabı ise artık Allah’a kaldı.
Star, 04.05.2011