“Özerklik”, Türkçe bir kelime olup, genel anlamıyla bir topluluğun, tüzel kişiliğin, kurum, kuruluş ya da idari veya siyasi bir organın belli ölçüler içinde idari ve mali işlerinde serbest hareket edebilmesidir.
Bu serbestlik, bağımsızlık boyutunda olmayıp, daha önce anayasa ve diğer bazı hukuki metin ve bağıntılarla çizilmiş sınırlar dâhilindedir. Özerklik, her şeyden önce idari ve mali özerkliği içermelidir. Bunun anlamı şudur: Özerk kuruluş, en başta seçilmiş organlara sahip olmalı, bu organlar kendi kendilerine karar alabilmeli, bu kararları kendi atadıkları personelle yürütebilmeli ve tüm bunları yaparken bütçe oluşturup bunu hukukilik denetimi ve genel makro politika ve planlar hariç olmak üzere başkaca müdahale olmadan kendi plan, program ve projelerine göre kullanabilmelidir.
Epistemolojik olarak analiz edildiğinde özerklik, yabancı literatürde “autonomy” sözcüğüyle kullanılır. Kökeni Yunancaya dayanan bu sözcük, “ben”, “kendi” anlamına gelen “autos” ve “kanun” anlamına gelen “nomos”un birleşmesinden oluşur. Türkçe okunuşu “otonomi” olan bu sözcüğün tam karşılığı “kendi kendini yönetme”dir. Eski Türkçede “muhtariyet” kelimesiyle geçen kendi kendini yönetme, nihayetinde daha üst bir siyasi otoriteye esnek ve kısmî bir bağlılık çerçevesinde şekillenen bir yönetim tarzını içerir. Bunun yanında “self-determination” [kendi kendine karar verme] ve “self-government” [kendi kendini yönetme] terimleri de kullanılabilmektedir.
Siyasi ve idari örgütlenme biçimlerinden biri olan ve bir yönetimler arası ilişki tarzı olarak görülen “özerklik”, merkezî yönetimin hiyerarşik sistemi dışında, kendi kurumsal işlevlerinde serbest çalışan, sivil ve gönüllü katkıları önceleyen, şeffaflığı önemseyen, üzerinde ancak sınırlı denetim uygulanan ve makro düzeydeki işler ile dış işler ve ilişkilerde merkezî otoriteye tabi bir yapı ve işleyişi anlatır. Diğer bir ifadeyle bu kavram, bir yetkenin koyduğu kurallara eleştirmeden ve katkı koymadan uyma yerine, kendi kendini yöneten tüzel özgürlük temeline dayanır. Bu terminoloji, bize yerel özerklik ve diğer benzer kavram ve terimleri de sağlıklı bir biçimde anlamaya ve anlatmaya yardımcı olacaktır. Özerklik gerek ülkemizde ve gerekse küresel düzeyde daha çok “yerel özerklik” terimi içinde kullanılmaktadır. “Yerel özerklik”, temel fenomen olan özerklik olgusunun/durumunun yerel boyutta hayata geçirilmiş biçimini ifade eder. Tam bu noktada karşımıza bir olgu, bir kurum çıkmakta: “yerel yönetimler”. Yerel özerkliğin mekândaki ifadesi, anlamını yerel yönetimlerde bulmaktadır. Yerel yönetimler, kendi kendini yönetmenin devlet altı düzeydeki (sub-national) gerçek aktörleridir.
YEREL DEMOKRASİYİ İŞLETMEK
Bugün birçok ülkede, yerellik ve yerel yönetimler, aktif tartışma konularının başında gelmektedir. Giderek artan kamuoyu beklentileri ve yerel toplulukların karar vermede daha çok katılımı içeren güçlü baskıları, yerel otoriteleri yeni taleplerle karşı karşıya getirmektedir (Hambleton, 2000: 931). Bu dönüşüm sürecinde bir yandan yerel katılım talepleri artarken, diğer yandan adem-i merkeziyetçilik, merkezî yönetimin yetkilerini sınırlandıran ve yerel yönetimlerin etkinliğini artıran bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır (Banner, 2002: 217). Özerklik eğilimleri ve yerellik giderek daha önemli hale gelmektedir (Shatkin, 2000: 2360). Yerel kendi kendine yönetim ilkesi olmaksızın, gerçek anlamda özgür ve demokratik toplumun oluşturulamayacağı yönündeki görüşler yaygınlık kazanmaktadır (Magnusson, 2005: 5). Wolman ve Goldsmith (1992: 45), “yerel özerkliği”, yerinden yönetim anlayışının prensip olarak kabul edildiği sistemlerde, yerel yönetim görev ve sorumluluklarını yerine getirirken, merkezî idarenin denetiminden belli ölçülerde bağımsız hareket edebilme yeteneği ve merkezî yönetime ihtiyaç duymadan kendini yönetme kapasitesi şeklinde açıklamışlardır. Özerkliğin iki yönü vardır: Birincisi, yerel organların merkezle olan ilişkilerini ilgilendirir. Yerel yönetimlerin bu ilişkiler çerçevesinde merkezden bağımsız olmaları beklenemez. Bağımsızlık, özerklikten farklı bir kavramdır. İkincisi, yerel yönetimlerin yerel toplulukla, yani halkla olan ilişkilerini ilgilendirir. Seçilmiş yerel organların, halkın gereği gibi temsil edebilmelerini, temsil yönteminin bu nitelikteki kişilerin seçimine elverişli olmasını anlatır. Özerklik, merkezden yönetimin ve bürokratik işleyişin sakıncalarını gidermek veya azaltmak için düşünülen bir yönetim biçimidir. Yerel özerklik, merkez-altı (sub-central) yönetimlerle ilgili çalışmaların en uzun ömürlü kavramlarından biridir. Gerçekten yerel özerkliği anlamadan, merkezî ve yerel yönetim ilişkilerini anlamak ve yerel yönetimlerin siyaset boyutunu kavramak mümkün değildir. Diğer bir deyişle yerel özerklik, yerel demokrasiyle iç içedir (Pratchett, 2004: 358). Hatta çoğu kez, yerel özerklikle yerel demokrasi eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Tarihsel perspektiften bakıldığında da yerel demokrasi, yerel yönetim ve yerel siyaset pratikleri içinde gelişmiştir (Stoker, 1996: 188-209).
İDARİ ÖZERKLİK, SİYASİ ÖZERKLİK FARKI
Gelinen noktada şu hususu açıkça belirtmek gerekir ki, idari özerkliğin bir uygulaması olan yerel yönetim özerkliği ile siyasi özerklik ya da siyasi yerinden yönetim birbirinden tamamen farklı olgulardır. Birinde yani yerel yönetimlerde özerklik denildiğinde, yerel yönetim birimlerinin alanlarında daha çok kamu hizmetinin yetki ve sorumluluğunu üzerlerine almaları ve idari ve mali işlerinde daha serbest hareket etmeleri, daha fazla kaynakla donatılmaları ve kaynak oluşturabilmeleri anlatılırken, siyasi yerinden yönetimde federatif bir yapı içinde ayrı ve kendine ait yasama ve yargı organları olan ve bu kuvvetleri serbestçe kullanan federe birimler, yani eyalet tarzı siyasi yapılanmalar söz konusu olmaktadır.
Bu açıklamalardan sonra, özerklik kavramının siyasi ve idari olarak iki anlamda kullanılabildiği ve siyasi boyutta federal yapıları çağrıştırdığı anlaşılmaktadır. Diğer anlamıyla yani idari özerklik boyutuyla, yerel yönetim özerkliği ya da yerel özerklik söz konusu olmaktadır. Bu ise, üniter yapılarda idari ve mali özerklikle perçinlenen, geniş görev, yetki ve imtiyaz çerçevesi sunan ve güçlü yerel yönetime olanak tanıyan bir anlamı ifade etmektedir.
Son tahlilde, ülkemizde özerkliğin ikinci boyutuyla ele alınması ve geliştirilmesi zemininin bulunduğu anlaşılmaktadır. Mevcut anayasal, yasal ve kurumsal düzenlemeler ve üniter devlet yapısı ile bu konudaki geniş toplumsal konsensüs, federatif yapıları gerektiren siyasi özerkliği tartışma dışında bırakmaktadır. Son yapılan ulusal çaptaki anketlerde de bunu destekleyen sonuçlar çıkmıştır. Her şeyden önce anayasal hükümler, üniter devlet yapısını zedeleyici ve taşrada yeni idari kademeler oluşturmaya yönelik değişikliklere kapalıdır. 1982 Anayasası 123. maddesinde, Türkiye’nin idare kuruluşu bakımından, coğrafya durumuna, ekonomik şartlara ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre illere; iller de diğer kademeli bölümlere ayrılır demektedir. Buna göre illerin üzerinde yeni bir yönetim kademesi, yani bölge yönetimi gibi bir mülki kademe getirilemez. Anayasa değişikliğine gidildiğinde de genel toplumsal konsensüsün anayasa metnine yansıması ve ülke birlik ve bütünlüğünü barış ve huzur içinde sağlayacak düzenlemeler yapılması beklenmektedir.
Toplumsal beklentiler ve gereksinimler ile gelişen yönetim yaklaşım ve uygulamaları, “Yeni Anayasa”da insan odaklı, yerinden yönetim (adem-i merkezi) ağırlıklı, şeffaf, hesap veren, etkin ve katılımcı bir idare yapısını oluşturmayı gerekli kılmaktadır. Yeni anayasa kabul edildikten hemen sonra, daha önce gündeme gelen ancak vetolar nedeniyle akim kalan Kamu Yönetimi Reform Yasası da hayata geçirilmelidir. Ortak geleceğimize yön verecek ve bizi daha aydınlık yarınlara birlikte taşıyacak bu tür köklü ve geniş kapsamlı düzenlemeleri yaparken zihni koordinatlarımızı iki ana eksene oturtmak durumundayız. Biri, ulusal gerçeklikler ve ihtiyaçlar, diğeri, evrensel gerçeklikler ve gelişmeler. Amaç, daha müreffeh ve daha güçlü Türkiye ise, yöntem mutlaka ortak aklın damıtılması olmalıdır. Çünkü hiçbirimizin aklı, hepimizin aklı kadar değildir. Ülkenin bugünkü koşullarını dikkate alarak ve geleceğe de projeksiyon tutarak, katılımlı yöntemle çözemeyeceğimiz hiçbir sorun olamaz. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” felsefesi, bu yolda iyi bir rehber olabilir. Türkiye’nin binlerce yıl evvelinden gelen ve dünyada ender bulunan bir devlet ve yönetim tecrübe ve geleneği var. Bu birikim, bize kendimize güvenmek, yeni ve köklü düzenlemeler yapabilmek hususunda cesaret vermeli. Bu topraklarda birlikte huzur ve esenlik içinde yaşayabilmenin yolunu yine bu topraklarda yaşayanlar birlikte bulacaktır. Yeter ki niyetler halis olsun, yeter ki peşin hükümler ve ön kabuller unutulsun.
Zaman, 15.09.2011