Beethoven, Çağdaşlık, Laiklik, İslamcılık, Osmanlıcılık Hakkında

Tartışması süren, Beethoven’ın 9. Senfonisini dinlemek için televizyonu açmıştım. Salondaki siyasal tartışmayı görünce televizyonu kapattım. Niyetlendiğim için de “London Symphony”nin otuz yıllık plağından dinlemeyi yeğledim.

Sonradan, medyada konserin salondakiler tarafından “çağdaş ve laik Türkiye” gösterisine dönüştürüldüğünü, ancak dinleyenlerin en azından bir kısmının eser içi duraksamalardaki (segno) alkışlarıyla 9. senfoniyi, dolayısıyla Beethoven’ı hiç bilmediklerini, “bilir gibi” yapmaya çalıştıklarını, buna karşılık başkalarının da, “Pis Senfoni” gibi başlıklarla, “Türk milletinin senfoni dinleyecek kadar düşmediği” gibi cümlelerle, saldırıya geçtiklerini öğrendim, izledim.

 

Türkiye’de her ne kadar unutturulmuş hatta reddedilmekte olsa da, siyaset tarihi, felsefesi, teori ve doktrinleri ile, aslında “entelektüel alan”ın da bir boyutudur. Sanat da bu alanın çok önemli bir diğer boyutu. Bu sebeple, siyasetle sanatın zorunlu ilişkisi vardır. Beethoven tartışmaları, Türk siyasetinin entellektüel alandan tamamen kopmuş olduğunun çok sayıdaki kanıtlarına eklendi. Bunun yanında, Osmanlıcı ve İslamcıların da, çağdaşçıların da tarihi bilmedikleri tekrar belgelendi. Tartışanlardan, asgari düzeyde de olsa, genel “müzikoloji” kültürüne sahip olanına rastlanmadı. Zira, hangi alanda olursa olsun, asgari müzikoloji kültürüne sahip olanlar, “modal müzik” in gelişmiş bir türü olan klasik Türk müziğine saldırmayacakları gibi, Klasik Batı müziğinin de son dört yüz yıl boyunca “modal müzik”ten ayrılmak suretiyle geliştirildiğini, bu gelişimin teknik ve artistik özelliklerini bilirler ve saldırma, küçümseme hakkını kendilerinde görmezler.

Günümüzde, “polifonik sanat müziği”ni, artık “Batı müziği” olarak da tanımlamak yanlış. Zira Avrupa’nın, Amerika’nın, konser salonlarından haberi olanlar, meselâ, Japonların yalnız otomobil piyasasını değil, üstün vasıflı virtüözleriyle de buraları işgâl ettiklerini, Zubin Mehta gibi Hintli büyük ustaların Batı orkestralarını yönettiklerini bilirler.

Çoğunluğun sandığının aksine, Türkiye’de “Klasik Batı müziği” Cumhuriyet Dönemi’nin özentisi de değil.

Padişah II. Mahmut, Mızıka-yı Hümâyun ve Donizetti Paşa

Osmanlı’nın en azından, “en uzun” son yüzyılındaki padişahlarının, entellektüel alanlarla ünsiyetlerinin bugünkü siyasetçilerimizden çok daha fazla olduğunu kabullenmek zorundayız. Padişah III. Selim’in Klasik Türk müziğinin büyük usta ve bestecilerinden olduğu malumdur. Ayrıca III. Selim Batı’dan davet ettiği orkestralara, sanatçılara sarayda konserler verdirmek suretiyle Klasik Batı müziğiyle ilişki kuran ilk padişahtır. III. Selim’den sonraki ve hanedanın genel müzik kültürü geleneğini de tevarüs etmiş olan padişah, II. Mahmut, 1829’da bugünkü dile “Padişahlık Orkestrası” olarak aktarabileceğimiz “Mızıka-yı Hümâyun”u kurmuştu. Bugünkü “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası” da, yaklaşık 150 yıl önceki “Mızıka-yı Hümâyun”un adı değiştirilmiş devamıdır. Aynı dönemde, ayrıca “Mızıka-yı Hümâyun Mektebi” de kurulmuştu. Cumhuriyet Dönemi’nin “Devlet Konservatuarları”nın öncüsü de bu mekteptir. Bu kuruluşlar için padişah, İtalya’dan, operanın klasiklerinden “Lucia di Lamermore” gibi eserlerin bestecisi Gaetano Donizetti’nin kardeşini, onun gibi usta olan Giuseppe Donizetti’yi getirmiş, adına Donizetti Paşa denilmiş, onu “Guatelli Paşa” gibi başkaları izlemişti. Padişahlık kaldırılınca Mızıka-yı Hümâyun 1924’te mecburen kısmen Ankara’ya taşınmış adına önce “Riyaset-i Cumhur Filarmoni Mızıkası”, sonra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası denilmiştir. Mızıka-yı Hümâyun mektebi de Ankara’da önce “Mûsikî Muallim Cemiyeti” olmuş, 1934’te “Devlet Konservatuarı”na dönüştürülmüştür. Cumhuriyet Dönemi’nde de, Osmanlı geleneği çizgisinde, Paul Hindemith, Bela Bartok, operada Carl Ebertbalede Ninette de Valois gibi büyük çağdaş ustaların hizmetlerinden yararlanılmıştır. Mızıka-yı Hümâyun, kuşkusuz Beethoven’in eserlerini de seslendirmişti.

Burada Osmanlı’nın İstanbul’un Belediye Reisi Cemil Topuzlu Paşa’yı anmak gerekiyor. O da, saray dışında, sonradan İstanbul Belediye Konservatuarı adını alan “Dar-ül Elhan”ın kurucusu ve merkezîleştirilmeden önceki “İstanbul Şehir Orkestrası”nın öncüsüdür.

Araştırılırsa, 19.yy.da, Klasik Batı müziğinin Osmanlı toplumunda geniş ilgi gördüğü, Avrupalı ünlü müzikçilerin İstanbul’a da uğradıkları, “Naum Tiyatrosu” gibi özel toplulukların opera alanında yoğunlaştıkları, hatta bazı büyük eserlerinin ilk sahnelemelerinin İstanbul’da yapıldığı, Osmanlı’nın Silistre savunmasındaki kahramanlığını konu edinen ilk operanın 1855’te bestelenip uygulandığı, bunu başka eserlerin izlediği, C. E. Arseven-Radeglia ortak yapımı olan “Şaban” opera komiğinin ilk defa Viyana’da sahnelendiği öğrenilir. Verdi’nin “Aida” şaheseri de Hidiv İsmail Paşa’nın siparişi üzerine bestelendiğini ve ilk sahnelenmesinin 1871’de Kahire’de olduğunu bütün dünya bilir.

“Senfoni” tartışmaları, “Tevhid-i Tedrisat”ın insanlarımıza Türkiye tarihini ve entelektüel birikimini unutturduğunu, resmi propagandanın aksine, pek ileri gidilmediğini düşündürür niteliktedir.

Konserde sergilendiğini öğrendiğimiz “İşte Çağdaş Türkiye” gösterisiyle senfoni orkestrası kastedilmişse, bu 150 yıl geride kalmış çağdaşlıktır. Bize yalnızca “günaydın” demek düşer. Yok, Beethoven ve 9. Senfoni kastedilmişse, müzikolojide “çağdaş müzik”, genellikle öncülüğünü C. Debussy’nin yaptığı kabul edilen 20. yy. müziğidir. Beethoven çağdaş bestekârlardan değildir.

Çağımızda, polifonik sanat müziği alanında, değerli Türk bestecileri yetişti. Bunların önde gelenlerine, “Rus beşleri”ni hatırlatacak biçimde “Türk beşleri” denildi. (C. Reşit Rey, H. Ferid Alnar, U. Cemal Erkin, A. A. Saygun, N. Kâzım Akses) müzik öğrenimlerine Osmanlı Dönemi’nde başlamışlardı. Örneğin 1904 doğumlu Cemal Reşit Rey, küçük yaşta özel eğitimle piyanoya başlamış, eğitimine 1913’ten itibaren Paris’te devam etmişti. H. Ferid Alnar 1906’da doğmuş, önce klasik Türk müziği çalışmış, ilk eserlerini bu alanda vermiş, sonra Batı müziğine geçmişti. Bu bestecilerimizin ve onları izleyenlerin hepsi Klasik Türk müziğini, tekniği ve teorisiyle çok iyi biliyorlardı. Öyle olmasa bir ”Köçekçeler Süiti”ni (U. C. Erkin), bir “Yunus Emre Oratoryosu”nu (A. A. Saygun) yapamazlardı.

Senfoni orkestrasına karşı tavır alanlar, bunları da hatırlamalılar.

“Cennetteki Mutluluğun” Uhrevi Müziği

Medyaya göre bazıları 9. Senfoni’yi “laiklik”le de özdeşleştirmişler. Bu ilhamı, belki ideolojisini değil ama sanatını çok sevdiğim Nazım Hikmet’in “Orkestra”sından almış, her orkestrayı Nazım’ınki gibi görmüş olabilirler. Nazım’ın orkestrası Beethoven’ı çalmadı.

Bu orkestra için 20. yüzyılda, Khachaturian’ın “Kolhozu ve gerici kocasını bırakıp komünist parti komiseriyle evlenen özgür güzel kadını” anlatan “Gayaneh” veya A. Honegger’in denizaltıyı anlatan “Pasifik-231”i gibi çok sayıda “materyalist” eser bestelendi.

Beethoven, büyük bir müzik filozofu ve tüm sanat tarihinin az sayıdaki en büyük “dev”lerinden birisiydi. Viyana klasiklerinin sonuncusu olarak da tanımlanır, ancak gerçekte, müzikte “romantizmin” öncüsüdür. Örneğin “Ayışığı Sonatı”nın “Adagio” bölümü, piyano nüanslarıyla, Nazım’ın orkestrasından çok “üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz”ın müziğine benzetilebilir.

Müzik, Müslümanlıkta olduğu gibi, bütün dinlerde duyguların da ifade vasıtasıdır. Klasik Batı müziği de aynıdır. Beethoven, bir “Mes” ve “Musa Zeytin Dağı’nda” adlı bir oratoryo olmak üzere iki “dini” eser de bestelemiştir. Uzmanlarına göre 9. Senfoni de dini veya uhrevi duyguların ağır bastığı eserlerdendir.

Çağımızın önde gelen Beethoven yorumcularından “London Symphony”nin de şefliğini yapmış olan Josef Krips’in 9. Senfoni, özellikle “koral” bölüm yorumu şöyle: “Dokuzuncu senfonin son bölümü, bu Dünya’da değil, Beethoven’ın ölümünden sonra cennette geçmektedir. Müziğe enstrümanlardan sonra Allah’ın kendi imajı üzerine yaratmış olduğu insan sesi girer. Bu bölüm; çatışmalardan, acılardan uzakta, cennette duyulan mutluluğu ve tadılan zevki ifade eder”. Koral’ın Schiller’den alınan “libertto”su da mistik ifadelidir. Josef Krips’in yorumuyla, ölümden cennete ulaştıktan sonra, cennette duyulan mutluluğu ifade eden 9. Senfoni sebebiyle “laiklik” gösterisine ancak şaşıp kalınabilir.

 Klasik Türk Müziği mi,  Klasik Batı Müziği mi Daha Üstün?

Bazı tv programlarında, bazı tanınmış şarkıcılarımızın, “Türk müziğinin çok daha üstün olduğu ancak Batılıların bunu tanımadığı” görüşleri yer aldı. Bu aslında görüş sahiplerinin Klasik Türk müziği alanında da temel müzik kültüründen yoksun olduklarını anlatmaktaydı.

Müzik, doğada ve insanın yaradılışında vardır. Günümüz Batı tekniğinde “oktav” adı verilen, frekans hesabıyla “x ve 2x” arası olarak tanımlayabileceğimiz ses aralığında doğal alarak 53 “koma” adı verilen perdenin bulunduğu kabul edilir. Hiçbir müzik türünde bu, 53 komanın tamamı kullanılmaz. Klasik Türk müziğinde, oktav, eşit aralıklı olmayan 24 sese bölünmüştür. Doğal uyumun sağlanabilmesi için, müzikte 24 ses gelişi güzel kullanılamaz. Bu sebeple müzik, bizim “makam”, Batılıların “mod” dedikleri kalıplar içinde yapılır. İçinde Klasik Türk müziğinin de bulunduğu ve Hindistan’dan Orta Doğu’ya ve Kuzey Afrika’ya uzanan alanda, “Makam Müziği” veya “Modal Müzik” hâkimdir.

Eski Grek’ten itibaren Avrupa’nın özellikle kilisenin müziği de “Modal Müzik” idi. Kilise korolarında 13.yy.dan itibaren “Modal Müzik” içinde “çok seslilik” gelişmeye başladı. On yedinci yüzyıldan itibaren de, oktav önce “diatonik gam” adıyla eşit olmayan yedi sese, sonra “Tampere Gam veya Kromatik Gam” adıyla eşit aralıklı 12 sese bölündü. Bu yeni perdeleme sistemi üzerine de “tonalite” sistemi kuruldu, modal sistem terk edildi. Batılılar kendilerinin de eski müzik teknikleri olduğu için, Klasik Türk müziğinin “modal” yapısını ve tekniğini çok iyi biliyorlar. Bu sebeple de İstanbul Festivali’nde modal müziğin gelişmiş turu olarak Klasik Türk müziğini takdim ediyoruz.

 Hangisi Daha Üstün?

Klasik Türk müziğinde, teorik olarak, 80 dolayısıyla “makam-mod” oluşturulabilir. Batılı  “tampere-kromatik gam” tekniğinde ise yine teorik olarak 30 tonalite kurma olanağı var. Bu yönden Klasik Türk müziğinin olanakları daha geniş. Buna karşılık eser formlarındaki çeşitlilikte, çok seslilik ve orkestrasyon tekniklerinin verdiği ifade zenginliğinde de Klasik Batı müziğinin üstünlüğünü kabul etmek hakkaniyet gereğidir. Son dönemde, Batıda da tekrar modal sistemi kullanma çabaları var. Asgari müzik kültürüne sahip olanlar için, ikisini de anlamak, dinlemek mümkün. Kulaktan dolma, tuluat kültürüyle yapılan tartışmalar ise, bir mana ifade etmiyor.

Beethoven, Schubert, Hacı Arif Bey, Şevki Bey, Rahmi Bey

Günümüzde, halkımızda bazıları Batı’yı reddeden sanatçılarımız da, Klasik Türk müziğini daha çok “şarkı” formuyla tanıyor, savunuyorlar. Oysa “şarkı” Klasik Türk müziğine kar, semai, naat gibi klasik formların yerlerine, 19.yy.da Batıdan “lied” karşılığı olarak girmişti. Beethoven’da Schubert gibi, çok sayıda “lied” bestelemiştir.

Batıda Beethoven’ın öncülüğünü yaptığı, Schubert’in ve diğer bütün çağdaşlarının geliştirdiği “romantizm” Klasik Türk müziğine Zekai Dede’den itibaren yansımış, Hacı Arif Bey, Şevki Bey, Rahmi Bey’lerle doruk noktasına ulaşmıştır. Beethoven, gerek şarkı formuyla, gerekse müzikte öncülüğünü yaptığı romantizm akımıyla, 19.yy. ikinci yarısının Klasik Türk müziğini de etkileyip yönlendirenlerin öncüsüdür. Aynı dönemde Klasik Türk müziğine Batı’dan alınmış “vals” gibi ritimler usüller de vardır.

Bu etkilemeyi Osmanlı Sarayı’nda Mızıka-yı Hümâyun’la birlikte çalışan Klasik Türk müziği ustaları da biliyorlar. Batı sistemini anlıyorlar, karşı çıkmıyorlardı.

Bugün Hacı Arif Bey’in şarkı veya liedleriyle, romantizmiyle Beethoven’a karşı çıkanlar, yüzyıl boyunca nereden nereye gelindiğini ortaya koyuyorlar.

Bir gazetede, Beethoven’ın Türk düşmanı olduğunu yazmış. Beethoven müziğine de yansıyan siyasi felsefeyle tam bir “liberal” idi. İmparatorluklara karşıydı. Bu sebeple, özgürlükçü sandığı Napolyon için yazdığı 3. Senfoni’nin adını, imparatorluğun ilanı üzerine “Eroica” olarak değiştirmiş ve “kendisi yaşadığı halde ruhu ölmüş bir adamın anısına” notunu koşmuştur. Muhtemelen bu felsefesiyle Osmanlı İmparatorluğu’na da karşıydı. Ancak “Atina Harabeleri” adlı eserinin içinde “Alla Turca”sı vardır. Bu bölüm, Osmanlı’nın haşmetini en güzel ifade eden müzik parçasıdır. Dünyada itibar gören, klasikleşmiş bütün sanat tarihi eserlerinde Beethoven, eşi olmayan bir “müzik filozofu” olarak tanımlanır. Müzikte öncülüğünü yapmış romantizm akımıyla, klasik dönemin şekilciliğinin yerine “insan”ı, insanın yüceliğini, özgürlüğünü, eşitliğin, aklını, iç alemini, duygusallığını, ruhunu, inancını koymuş, bunu eşsiz bir artistik yetenekle süslemiştir. Bu sebeple Dünya’nın her yerinde yaşamaktadır ve yaşayacaktır.

Sonuç

Medyada, bir de belki Beethoven tartışmasıyla ilişkilenebilecek “Cumhuriyet büyük bir transformasyonun adıdır.” cümlesi gözüme çarptı. Cumhuriyet metod olarak kuşkusuz daha jakoben ve radikaldir; ancak Osmanlı’nın son yüzyılında mı, yoksa Cumhuriyet boyunca mı daha büyük tranformasyonun gerçekleşmiş olduğu tartışılabilir. Tabiatıyla İsviçre Borçlar Kanunu ve Medeni Kanunu tercümelerinin de Osmanlı’da başladığını hatırlatmak kaydıyla. Son ayların başka siyasi olayları da Mehmet Akif’in 1912’deki bazı mısralarını hatırlatıyor gibi…

“Öyle müthiş ki husumet mütefekkir tabaka,

Her ne söylerse fena gelmez halka.”

Seksen beş yıl geçmiş. Acaba değiştik sanmamıza rağmen hiç değişmedik mi?

 

*Liberal Düşünce Dergisi, Bahar 1997, Sayı: 6.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et