Dünyanın önemli dış politika yayınlarından biri olan Amerikan Foreign Policy dergisi, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu “En Önemli 100 Küresel Düşünür”den biri olarak ilan etti. Yarın da aynı dergi bu çerçevede Davutoğlu’na bir ödül verecek.
Hem bu vesileyle hem de başta Hillary Clinton olmak üzere Amerikalı yetkililerle görüşmek için geçtiğimiz Cuma gecesi Washington’a uçan Davutoğlu’nun yanındaki üç gazeteciden biri bendim. Ve uzun seyahat sırasında “dünyanın etkin beyinlerinden biri olduğu” tescillenmiş olan “Ahmet Hoca”yla uzun bir sohbet ettik.
Konuya “komşularla sıfır sorun stratejisi”nin ne kadar hayata geçtiğini sorarak girdik. Bu strateji, mâlum, Davutoğlu’nun dış politika vizyonunun en temel ayağı. Nitekim Foreign Policy dergisi de kendisine “Mr. Zero Problem”, yani “Bay Sıfır Problem” diye atıfta bulunmuş.
Sıfır problem ideali
Davutoğlu bu konuda gerçekçi bir değerlendirme yaptı. Elbette her yerde her sorunun çözülmediğini, ancak zaten “sıfır problem”in bir hedef, bir ideal olarak anlaşılması gerektiğini anlattı. Dahası, dış politikadaki bu gibi “yeni kavramsallaştırma”ların, “yeni zihniyetler” doğuracağını vurguladı.
Örneğin Bush yönetimi, kendi şahin vizyonuna uygun bir “kötülük ekseni” kavramı üretmiş, bununla belirli bir zihniyeti oturtmuştu. Obama yönetimi “angajman” kavramını ön plana çıkardı, çünkü daha barışçı ve diyalogçu bir paradigma getirdi.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye politikasının Bush’tan ziyade Obama yönetimine uygun düştüğü aşikâr. Fakat ne gariptir ki, Türk-Amerikan ilişkilerindeki en tatsız havalardan biri, şu son 6 ay içinde oluşmuş durumda.
Bunun da iki bariz sebebi var: Birincisi, Türkiye’nin İran’la yürüttüğü “angajman”ın Washington’dan destek yerine eleştiri bulması. İkincisi ise İsrail’le yaşanan kriz.
Davutoğlu, bunlardan ikincisinde Türkiye’nin hiç bir mesuliyeti olmadığını söyledi. İpleri koparan, Mavi Marmara’da 9 sivil Türk vatandaşını katleden İsrail yönetimiydi ve bir “özür” olmadıkça Türkiye’nin tavrı değişemezdi. (Oysaki İsrail saldırısından sadece bir gün önce, Davutoğlu Netahyahu ile görüşüp Suriye-İsrail diyaloğunu yeniden başlatma yolundaydı.)
Buna karşılık İran meselesinde daha fazla manevra alanı ve işlerin yakında rayına girmesi imkanı vardı, Davutoğlu’na göre. Türkiye’nin İran ile imzaladığı nükleer takas anlaşması Washington’daki yaptırım lobisinin gölgesinde kalmışsa da, Amerika’nın başını çektiği P5+1 ülkelerinin yakında Tahran ile yeniden başlayacağı görüşmeler, anlaşmayı hayata döndürebilirdi.
‘Fatura’ üslubuna eleştiri
Dışişleri Bakanı burada bir noktayı vurguladı ki, son günlerde Türk basınında da artan eleştirilere de biraz cevap niteliğinde:
“Bizim bir çok noktada Obama yönetiminin angajman politikalarına önemli katkılarımız var. Bunlar, işin tabiatı gereği, kamuoyuna yansımıyor. Bu yüzden de Amerikan yönetimi ile aramızdaki uyum dışardan bazen yeterince fark edilmiyor. Amerikan medyasından veya Washington’daki bazı muhalif siyasi çevrelerden gelen eleştiriler ise ‘Amerikalılar böyle diyor’ diye, sanki yönetimin görüşüymüş gibi yansıtılabiliyor Türkiye’de.”
Obama’nın Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki “hayır” oyundan sonra İtalyan Corriere della Sera gazetesine verdiği ve Türkiye’yi bariz şekilde kollayan demeci gibi işaretler de bu görüşü doğruluyor.
Ancak şunu da görmek lazım: Obama’nın da gücü bir yere kadar. Medyada, think-tanklerde ve en önemlisi Kongre’de oluşan negatif hava, Türkiye aleyhine sonuçlar doğurabilir.
Davutoğlu, bu konudaki riskin “ABD bize fatura çıkaracak”, “bedel ödetecek” gibi kompleksli bir dille ifade edilmesini eleştirdi ki, bence çok haklı. Ancak özgüvenli bir dille ve zihinle de olsa, realist davranıp ortadaki sorunu görmek gerek.
Şöyle de denebilir: Türkiye son yıllarda Arap dünyasında büyük güven kazandı ki, bu çok iyi. Ama Türkiye’nin Amerika’daki imajı da en az o kadar önemli.
Davutoğlu’nun Washington’da Kongre üyeleri, think-tankçiler, gazeteciler ve hatta üniversite öğrencileri ile de biraraya gelecek olması da bu açıdan yerinde bir karar.
Star, 29.11.2010