Çözülmesi gereken bir sorun olarak “başörtüsü yasağı” elbette öncelikle hukuki bir sorundur. Bu özelliğiyle sorun ancak özgürlükçü bir anlayışla çözülebilir ve çözülmesi de gerekir. Böyle bakıldığında, kendi ifadelerine göre “özgürlükçü” olan, özgür bir Türkiye’den yana olan herkesin bu meselede yasağı değil çözümü desteklemesi beklenir.
Ama öyle olmuyor. Türkiye’de özgürlükçü bir söylem kullanan, hatta kendilerinin “gerçek” özgürlükçü oldukları iddiası güden genişçe bir kesim yasağın devamından yana tutum alıyor. Görünüşe göre tuhaf olan bu durumun bir açıklaması olması gerekir.
Meselâ şöyle: Hem özgürlükler düzeninden yana olduğunu söyleyen hem de başörtüsü yasağını destekleyen kimseler, kendilerinin de sık sık dile getirdikleri gibi, başörtüsüne serbestlik getirilmesinin kendi özgürlüklerini tehlikeye atacağını düşünüyorlar. Bu “tehlike” algısı yanlış olabilir (bana göre öyle), ama yine de bu algı başörtüsüne ilişkin yasakçı tutumu kısmen açıklayabilir. “Hayat tarzı” endişesi dile getirenlerin büyükçe bir kısmının konumunun kabaca bu olduğunu sanıyorum.
Ama mesele bundan ibaret değil. Çünkü, öyle olsaydı, bunların kendi “tehlike” algılarının olgusal dayanakları bulunmadığına ikna edilebilmeleri gerekirdi. Bu konuda ikna edilemediklerine, hatta belki ikna edilmeye açık olmadıklarına göre, “bağnazlık”la karşı karşıya olduğumuzu düşünebiliriz. Ben “hayat tarzı” kaygısını dile getirenlerin içinde sahiden de “bağnaz”, “dar kafalı” kişiler bulunduğuna kaniyim. Ama bu kesimin hepsinin böyle olduğunu söylemek doğru değildir.
Peki o zaman mesele ne? Özgürlüklerden, haktan-hukuktan bahis açılınca “mangalda kül bırakmayan” bazı insanlar nasıl oluyor da aynı zamanda zalimce bir yasağı, kaba bir özgürlük ihlâlini onaylayabiliyorlar?… Sanırım, bu sorunun cevabını verebilmek için, “hayat tarzı” söyleminin “özerklik”le olan ilişkisinin farkında olmak gerekiyor. Çünkü, hayat tarz tehlikesinden söz edenlerin önemlice bir kısmı kendi hayat tarzlarını yaşanmaya değer -ve hatta “yaşanmasına izin verilebilir”- tek hayat tarzı olarak görüyor.
Bu bakışın arkasında, onların kendi hayat tarzlarını kişisel özerkliğin somutlaşması olarak görmeleri yatıyor. “Aydınlanma”ya sık sık atıf yapmaları da, “aydınlanmamış” olarak gördükleri başka hayat tarzlarını küçümsemeleri de bundan. Başını örten kadınları küçümsüyorlar, çünkü başını örtmenin “özgürlük değil tutsaklık” olduğuna inanıyorlar. Böyle olunca da, mesele özgürlükle özerkliğin çatışması şeklinde kendisini gösteriyor.
Başörtüsünün “özgürlük değil tutsaklık” olduğu kanaati ilk bakışta “Aydınlanma”nın temel fikriyle uyumlu gibi görünüyor. Çünkü, Kant’ın meşhur Aydınlanma tanımından hareket edersek, başını örten kadınların kendi ahlâk yasalarını kendi bağımsız akıllarıyla koymadıklarını, dolayısıyla özerk olmadıklarını düşünüyorlar. Yani, bu kadınlar kendi akıl ve iradelerini “başka akıllar”ın yönetimine vermiş oluyorlar. Bu “ergin olmayış”, ister anababa otoritesine boyun eğmekten, isterse Tanrısal iradeye “teslim” olmaktan ileri geliyor olsun, “aydınlanmacı”ların nazarında sonuç değişmiyor: Tutsaklık tutsaklıktır.
Ama bana öyle geliyor ki, böyle düşünenlerin hem kendilerinden yana bir “hüsn-ü kuruntu”ları var, hem de “ötekiler” hakkında kategorik bir “sui zan”na sahipler. Öyle, çünkü, kendilerinin sırf “başların açık olması gerektiği”ni savundukları için “aydınlanmış” olduklarını varsaymakla yanılıyorlar. Öte yandan, başını örten kız ve kadınların zihinsel ve ahlâki yeteneklerini küçümsemekle de “insan onuru”nu hiçe sayıyorlar. Ve tabii, bu arada, kişinin kendi özgür iradesiyle başını örtmeyi tercih edebileceğini de görmezlikten geliyorlar.
Star, 16.10.2010