Seçim sath-ı mailine girdiğimiz şu günlerin önemli tartışma konusu yeni anayasa meselesi. Yeni anayasadan bahsedilirken de Özal’dan beri değişmez tartışma maddelerinden birisini “başkanlık sistemi” oluşturuyor.
Nitekim Başbakan Erdoğan’ın da tıpkı geçmişte Özal ve bir zamanlar Demirel’in istediği gibi başkanlık sisteminden yana tercihte bulunduğunu biliyoruz. Buna karşı kamuoyunun belli ve “etkin” kesimlerinde buna karşı çıkış var. Bunların içinde bir yanda CHP geleneğinden gelen kesimler var, diğer yanda da biraz bu geleneğin türevi olan “demokrat” kesimler. Başkanlık sistemini tercih eden politikacılar ve destekleyenlerinin DP geleneğinden gelenler olması da tesadüf olmasa gerek. İcraat odaklı bu geleneğin başkanlık sisteminin getireceği çabuk karar alma ve icrada bulunma mekanizmasını istemesi normal. Lakin mesele böylesine basit değil. Bunda geçmişte cumhurbaşkanlığının “belli bir elitin uhdesinde” algılanması, cumhurbaşkanı-hükümet çatışmalarının yaşanması vb. gibi tarihimizdeki değişik tecrübelerin etkisi var.
Artık herkes “başkanlık sistemi” ile bunun muadili olan “parlamenter sistemi” az çok biliyor. Mesele bir tercih meselesi gibi duruyor. Her iki sistemin kendine göre avantaj ve dezavantajından bahsetmek mümkün. Zaten siyaset bilimi literatürü de bununla dolu. Burada bunlara girmeyeceğim, ama bazı noktaları vurgulamakta yarar var. Her şeyden önce ister başkanlık sisteminden bahsedelim isterse parlamenter sistemden bahsedelim temelde demokratik bir rejim dahilinde konuşuyoruz ve demokratik bir rejimde kaldığımızı/kalacağımızı varsayıyoruz. Dolayısıyla başkanlık sistemine karşı çıkarken bazılarının yaptığı “tek adam” yönetimi ya da diktası eleştirisi anlamsız. Anlamsız çünkü demokrasiler tek adamın yönetimine veya yetkisine dayanmaz, böyleyse orada demokrasiden bahsedemeyiz. Bilindiği gibi demokrasilerde tek adamın değil “herkesin yönetimi ve yetkisi” vardır. Günlük yüz yüze ilişkilerin mümkün olmadığı kalabalık toplumlarda bu yönetim ve yetki kullanımı temsilî organlarca ve demokrasinin temelini oluşturan herkesin moral eşitliği ve temel haklara sahip olması sınırları dâhilinde kullanılır.
Günümüzde hem başkanlık sistemini hem de parlamenter sistemi uygulayan demokratik ülkeler var. Hem demokrasi hem de düzenli ve iyi işlemesi açısından ABD, başkanlık sisteminin ideale yakın örneğini sunarken, İngiltere ise parlamenter sistemin ideale yakın örneğini sunuyor. Her iki ülkede de yönetim yetkisini elinde bulunduran organlar (başkanlık ve parlamento) doğrudan herkesin oyuyla seçiliyor ve demokratik hudutlar dâhilinde yetki kullanıyor. Yani ne ABD başkanının ne de İngiliz Parlamentosu’nun, yüzde 99 bir çoğunluğa sahip olsalar bile bir tek kişinin can, mal ya da ifade hakkını gasp etme yetkisi var.
Başkanlık sistemi ile parlamenter sistem arasındaki temel fark şu: Başkanlık sisteminde yürütme organı olan başkanlık ile yasama organı Parlamento’nun ayrılması, her ikisinin de doğrudan halk tarafından seçilmesi ve halka karşı sorumlu olması. Parlamenter sistemde ise yürütme organı doğrudan halk tarafından seçilmemekte, parlamentodan çıkmaktadır ve bu nedenle de parlamentoya karşı sorumludur. Başka bir deyişle başkanlık sisteminde halkın yönetim yetkisi yasama ve yürütme organında dağılmışken, parlamenter sistemde ise parlamentoda temerküz eder. Başkanlık sisteminde ‘devlet başkanı’ ile ‘hükümet başkanı’ aynı kişidir. Parlamenter sistemde ise ‘devlet başkanı’ (cumhurbaşkanı veya meşruti monark) ile ‘hükümet başkanı’ (başbakan) ayrılmıştır. Bu nedenle başkanlık sisteminde devlet başkanı aynı zamanda icra gücüne sahipken, parlamenter sistemde devlet başkanı sembolik bir pozisyona sahiptir ve sadece temsilî işlev görür.
Türkiye teorik olarak bir parlamenter sistemdir, ama pratikte hele yukarıdaki iki örnekle kıyaslanınca, her iki sistemden de hususiyetler taşır. Neredeyse Fransa’dakine benzer bir yarı-başkanlık rejimi vardır. Mevcut anayasa dâhilinde cumhurbaşkanına tanınan yetkinin parlamenter sistemdeki sembolik devlet başkanlığı ile bağdaşmadığı açıktır. Aslında bu sadece şimdiki anayasamız için değil Cumhuriyet dönemindeki bütün anayasalarımız için geçerlidir. Bu konu, yani cumhurbaşkanına tanınan yetkilerin fazlalığı, bizzat cumhurbaşkanlarınca dile getirildiğinden, daha fazla üzerinde durmayı gerektirmez. Diğer bir husus ise, Türkiye’de cumhurbaşkanlarının pratikte de sadece sembolik devlet başkanı olarak algılanmamasıdır. Tarihi kişilikleri itibarı ile ilk üç cumhurbaşkanımız Atatürk, İnönü ve Bayar’ın sembolik devlet başkanı olmadıkları ve hiçbir zaman böyle algılanmadıkları belli. Sonraki cumhurbaşkanları da böyle algılanmadılar. 1970’li yıllarda Cumhuriyet tarihimizin “en etkisiz” cumhurbaşkanı olarak görülen Fahri Korutürk’e bile “Cumhurbaşkanı müdahil olsun, masaya yumruğunu vursun” çağrıları yapılması bunun göstergesi. İngiltere’de Parlamento’nun açılışında konuşan Kraliçe’nin ne söyleyeceği pek merak edilmez, çünkü herkes ne söyleyeceğini az çok bilir. Kraliçe’nin Parlamento’ya hitabı (Queen’s speech) aslında başbakan tarafından hazırlanan ve hükümetin o sene ne tür politikalar uygulayacağını ve hangi kanunları parlamentoya sunacağını anlatan bir metindir. Kraliçe de kendisine başbakanlıktan iletilen metni aynen, noktasını virgülünü değiştirmeden, okur. Çünkü Kraliçe/Kral sembolik bir pozisyona sahiptir ve icra etkisi doğuracak hiçbir şey yapamaz. Şimdi Türkiye’de ne teoride ne de pratikte hiçbir cumhurbaşkanının böyle bir sembolik pozisyonda olmadığı ve görülmediği açık. Dolayısıyla Türkiye’nin siyasi tarihinde bir parlamenter sistem geleneği olduğunu söylemek ve bu noktadan başkanlık sistemine karşı çıkmak savunulabilir bir argüman değil. Yeni anayasa yapılırken başkanlık sistemi veya parlamenter sistem tercihinde bulunulacaksa, sistemin yukarıda bahsettiğim ideal örnekler gözetilerek düzenlenmesi, Türkiye’nin özel şartları argümanı ile melez Fransız sistemine hiç mi hiç prim verilmemesi gerekir. Bence başkanlık sistemi tercih edilebilir, çünkü demokratik rejim dâhilinde devlet başkanı ile hükümet başkanı pozisyonlarını ayırmanın iktisadi ve sosyal maliyetine katlanmaya gerek yoktur.
Eğer başkanlık sistemi tercih edilirse başkan seçiminde iki-turlu sisteme kesinlikle yer verilmemelidir. Hatta iki-turlu sisteme hiçbir demokratik seçimde yer vermemek gerekir. Demokrasinin temeli herkesin moral eşitliği ve herkesin yönetime katılma hakkının en baştan kabulüdür. Bu, şu demektir: Demokratik bir rejimde genel seçimle belirlenen her pozisyona her seçmen aynı zamanda seçilebilir de. Yani seçme ve seçilme hakkı bir bütündür ve her reşit birey bu bakımdan eşittir. Yani bir demokraside en baştan zaten her bireyin, yaş, eğitim, ırk, cinsiyet gibi hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan başkan olabileceğini kabul ediyoruz demektir. İki-turlu seçim çoğu insana çok demokratik gibi gelir, çünkü toplumun yarısından fazlasının oyunun bir adayda yoğunlaşmasını sağlar. Aslında demokratik gibi görünse de bu demokrasinin temeline, bireylerin moral eşitliğine aykırıdır. Şöyle ki, varsayalım ki seçime 10 aday katıldı ve birinci turda bir aday yüzde 49,99 oy aldı, en yakın takipçisi yüzde 5,56 alırken kalan oylar diğer sekiz aday arasında paylaşıldı. İkinci turda diğer adaylar ikinci aday etrafında kümelenirse ilk turda yüzde 5,56 alan aday ikinci turda % 50,01 oy alabilir ve başkan seçilebilir. Yani normalde yüzde 49,99 oyu olan yerine yüzde 5,56 oyu olan başkan seçilmiş olur. Şimdi bu söylediğim aşırı bir durum ve pratikte gerçekleşmesi pek mümkün değil, ama mantıksal olarak mümkün. Pratikte ve teoride başka matematiksel kombinezonlar da olabilir. Bu teorik örnekle anlatmak istediğim iki turlu seçimin seçen ve seçilen bireylerin moral eşitliğini zedelediğidir. Öte yandan iki-turlu sistemle amaç halkın yüzde 50’sinden fazlasının oyunu almayı sağlamaksa o zaman bu turları artıralım, art arda daha çok turlar ve eşikler koyarak yüzde 100’e kadar ulaşalım. Yani yüzde 51 yerine yüzde 75 daha iyi değil mi? Bunun sonu yoktur. Dolayısıyla ister başkanlık sistemi isterse parlamenter sistem tercih edilsin demokratik eşitlik ve çoğulculuğu yansıtan dar bölgeli (her seçim çevresinden bir kişinin seçilmesi-mesela 550 milletvekili varsa 550 seçim çevresinin olması) tek turlu ve basit çoğunluk (salt çoğunluk değil) ilkelerine dayanan bir seçim sistemi benimsenmelidir. Bu seçim sistemi ideale yakın örnek dediğim ABD ve İngiltere’de kullanılan ve dünyada en yaygın olan sistemdir.
Zaman, 05.05.2011