Birilerinin bir taslak hazırlama hakkı varsa, başbakanın da o taslağa karşı çıkma hakkı vardır elbette.
Ama karşı çıkarken kullanılan üslup önemlidir. Başbakanın hiç de bu kadar öfkeli ve buyurgan bir tarzda konuşması gerekmiyordu. “Yaptırtmayız, ettirmeyiz” tarzı ifadeler yerine “Bu taslağa hiç mi hiç katılmıyorum, gerçekçi bulmuyorum hatta zararlı buluyorum” demesi yeterliydi.
Hele “siyasi rant elde etme” meselesini böyle suç gibi ortaya koyması epey bir kafa karışıklığının ifadesiydi.
Ortada BDP-PKK çizgisinin gündeme getirdiği bir özerklik tartışması var. BDP’nin bu taslağı seçim öncesi gündeme getirmesinden ve iktidarın bu taslağa karşı alacağı tutuma bağlı olarak Kürt oylarını AK Parti’den uzaklaştırma hesabı yapmasından daha doğal ne olabilir ya da MHP’nin bu taslağa şiddetle karşı çıkarak “üniter birliği en kararlı savunanların gerçek adresi” olduğunu hedef kitlesine göstermesinden ve bu yolla baraj altı kalma ihtimalini yok etmeye çalışmasından daha normali var mı?
Ben bir siyasi parti için bundan daha meşru bir rant düşünemiyorum.
Siyasi partiler Kürt meselesi gibi temel bir meselede aldıkları tutumla oy toplamaya çalışmayacaklarsa -yani siyasi rant peşinde koşmayacaklarsa- başka ne peşinde koşacaklar?
Nitekim, Başbakan’ın öfkesinin de, seçim arifesinde olmanın kışkırttığı “siyaseten planlanmış” bir öfke olduğunu, milliyetçi oyları MHP’ye kaptırmamak üzere ve MHP’nin baraj altı kalacağı umutlarının suya düşme ihtimaline karşı alınmış bir tedbir olduğunu düşünmek pekala mümkün.
Bana kalırsa, Başbakan’ın konuşmasının en önemli kısmı, taslağa yönelik eleştirileri değil, bu vesile ile ortaya koyduğu ademimerkeziyetçilik konusundaki kendi görüşleriydi:
“Ben belediyecilikten geldim. Ademimerkeziyetçiliği savunan birisiyim. Ama ademimerkeziyetçiliğin üç tanımı vardır. Bir siyasi tanımıdır, iki idari tanımıdır, üç hizmet tanımıdır. Biz siyasi tanımına karşıyız, idari tanımına da karşıyız, hizmet içerikli olanın yanındayız.”
Doğrusu ben, AK Parti’nin bu kadar güdük bir yerel yönetim reformundan yana olduğunu bilmiyordum ve bu cümleleri duyunca büyük hayal kırıklığı yaşadım. Aslında buna reform bile denemez. Çünkü bu bir “yerinden yönetim” projesi değil. Başbakan’ın kafasındaki ademimerkeziyetçilik, şimdiye kadar merkezden yapılan birtakım işlerin belediyeler tarafından -ama yine merkezin iradesi ve kararı doğrultusunda- yürütülmesinden başka bir şey içermiyor.
Oysa bizim ihtiyacımız olan şey, birtakım işlerin “yerinden yapılması” değil, aynı zamanda hangi işlerin nasıl yapılacağı konusunda yerinden karar alınması ve yerinden yönetilmesi… Yani, yerel halkın kendi hayatını ilgilendiren konularda kararların oluşumuna katılması, uygulanışını denetlemesi, bunun için yerel düzeyde seçilmiş organlar oluşturması, böylece demokrasinin toplumun kılcal damarlarına kadar yayılmasıdır. Başbakan’ın tanımladığı bu ademimerkeziyetçilik, 2003’te AK Parti hükümeti tarafından hazırlanıp Cumhurbaşkanı Sezer tarafından veto edildiği için çıkarılamayan Ömer Dinçer tasarısının da çok gerisindedir.
İşin en garip yanı, bugün siyasi ve idari ademimerkeziyetçiliğe karşı olduğunu söyleyen Başbakan’ın 2003’te Yerel Yönetimler Reformu konulu uluslararası bir toplantıda yaptığı konuşmada söylediği şu cümlelerdir:
“Devletin ve toplumun büyük bir uzlaşma içinde yöneldiği AB hedefi, Türkiye’nin idare alanında da çağdaş normlara kavuşturulmasını zaruri kılmaktadır. Kamu Yönetimi Temel Kanunu tasarısı önümüzdeki ilk bakanlar kurulu toplantımızda imzaya açılacak hale gelmiştir. Görev ve yetki devrinin ötesinde, mahalli idareleri gerçek manada özerk ve demokratik kurumlara dönüştürmeyi amaçlıyoruz.” (10 Temmuz 2003, Yeni Şafak Gazetesi, Nevzat Demirkol’un haberi.)
Bu satırları okuyunca, siz de Başbakan’ın hepimize, neden 2003’te savunduğu noktadan bu kadar geriye düştüğü konusunda bir açıklama borçlu olduğunu düşünmüyor musunuz?
Bugün,29.12.2010