Dini, dili, ırkı ne olursa olsun, iyiler iyidir.” Hacı Bektaş-ı Veli “Çocuklar, eğer bir kesekâğıdına bile bir şey yazarsanız, mutlaka altına bir tarih yazıp imzalayın ve bir yerlerde saklayın, yarın ne olacağınız belli olmaz. Türkiye münevverlerinin en büyük zaafıdır, kendini önemsemediği için hiçbir şeyi kayıt altına almaz, hatırat yazmaz mesela.”(s.8) Sözlerin sahibi Şükrü Hanioğlu. “Çocuklar”dan biri de Muhsin Kızılkaya. 1980’lerin başı. Hanioğlu, Abdullah Cevdet üzerine doktora yapan genç bir akademisyen, Kızılkaya ise İstanbul SBF’de öğrenci. Bir gün derste Hanioğlu, tarihçi için belgenin ve kaydın önemini anlatmak için sarf eder bu sözleri. Kızılkaya da alır onları kulağına küpe yapar. 2013 Nisan’ında Âkil İnsanlar Heyeti çalışmaları başladığında da, Akdeniz Bölgesi’nde çalışan bir “âkil” olarak gününe not tutar, yaşadıklarını ayrıntılarıyla kaydeder ve ortaya 83 günlük çalışmanın arka planını yansıtan “Barışa Katlanmak” başlıklı bir kitap çıkar. Dayak yiyen çocuğun intikamı Kitap, adını Oya Baydar’ın “Kayıp Söz” romanından aklında kalan bir ifadeden almış. Kızılkaya’nın dili çok hoş ve net; kendini okutan bir anlatımı var. Aslında ile Türkçe ile travmatik bir ilişkisi var Kızılkaya’nın. Yatılı okulda okurken kendisini ziyarete gelen annesiyle Kürtçe konuşmuş. Öğretmeni ceza olsun diye onu annesinin gözü önünde dayağa çekmiş. O gün söz vermiş kendine “Sizin dilinizi öğrenip sizden daha iyi konuşacağım” diye. Öyle de olmuş; şimdilik arkasında bıraktığı 13 kitap ve Kürtçeden Türkçeye kazandırdığı 15 eser Kızılkaya’nın sözünü tuttuğunun bir delili. Kitabın merkezinde Kızılkaya var. Bu da doğal; çünkü bu onun hatıratı. Zaten kitabın hemen başında bunu belirtiyor ve kitabın bu gözle okunmasını istiyor. Yaşadıklarını kendi penceresinden değerlendiriyor ama bunu yaparken de âkil heyetlere dair toplumun merak ettiği birçok hususu açıklığa kavuşturuyor. Mesela heyetlerin nasıl oluştuğunu, nasıl faaliyet gösterdiğini, çok speküle edilen ve bir itibarsızlaştırma aracı olarak kullanılan âkillerin para/maaş alma meselesini, hükümetin/devletin çalışmalara ne oranda dâhil olduğunu o güzel üslubuyla tane tane anlatıyor. Silah yerine siyaset Sürecin karşıtları daha baştan itibaren âkilleri “hükümetin sözcüsü” olarak ilan ettiler, toplumda öyle algılanmalarını sağlamaya çalıştılar. Oysa âkil heyetler çok farklı kesimlerden gelen kişilerden oluşuyordu ve bu onların en önemli özelliğiydi. Yedi bölgede, dokuzar kişilik gruplarda çalışan bu 63 kişinin olağan şartlarda bir araya gelmelerinin imkân ve ihtimali yoktu. Gerçekten de Kızılkaya’nın deyimiyle “dışarıda bir yerlerde karşılaşsa belki de birbirlerine selam vermeyecek kadar bir sürü aykırı, karşıt görüş sahibi insandan” müteşekkildi her bir grup. Kendi çalıştığım İç Anadolu Heyeti’nden biliyorum. Her birimizin siyasi görüşü, politik tutum alışı, sosyal çevresi, üslubu farklıydı. Değişik sosyal çevrelerden geliyorduk, farklı yaşam tarzlarına sahiptik. Çalışmalar esnasında bize gelen sorulara birbirlerinden oldukça uzak cevaplar, bazen aramızda tartışıyorduk. Ancak aramızdaki bütün bu farklılıklara rağmen bizi bir arada tutan silahın yerine siyaseti koymaktı. Sürecin gayesi akan kanı dindirmekti. Ölümün yerine hayatı geçirmek ve problemlerin siyasetle çözülmesini sağlayacak bir ortam yaratmaktı. Böylesine bir sürece, okyanusta damla misali olsa da, katkıda bulunmak ertelenemez bir sorumluluktu. Ve âkil” adı verilen o 63 kişi farklılıklarını muhafaza ederek bu sorumluluğu yerine getirmeye çalıştılar. Bölünme korkusu Kızılkaya, sürece karşı çıkanların karşıtlıklarını iki nedene dayandırdığını belirtiyor: İlki, bölünme korkusudur. Sürecin ilerlemesi halinde ülkenin bütünlüğünü koruyamayacağını ve nihayetinde bölüneceğini düşünüyorlar. Kızılkaya’ya göre bunun tarihsel bir sebebi var. “Otuz yıldan beri savaşta bölünmeyen memleket barış masasında mı bölünecek? Aslında bu soru derin bir travmaya işaret eder. Toplumun bilinçaltında bu sorunun başka bir cevabı var aslında. Türkler tarih boyunca ne kaybetmişlerse, savaş meydanlarında değil, barış masalarında kaybetmişler. Bunun yarattığı travmanın etkileri bugün de sürüyordur belki. Belki de barışa olan direnç bu yüzdendir.” (s. 53-54) İç Anadolu’da çalışırken biz de en çok “bölünme” içerikli sorularla karşılaşıyorduk. Şöyle bir gözlemim vardı: Bölünme daha ziyade okumuş-yazmışların bir korkusuydu. İşinde gücünde olan, kendisi ve çocukları için daha iyi bir hayat için çalışan esnaf, tüccar, işçi, sıradan vatandaş bölünme sözlerine çok fazla itibar etmiyordu. Onlar hayatın içinden gerekçelerle süreci meşrulaştırıyorlardı. “Savaş bitsin, savaşa harcanan paralarla fabrika kurulsun, çoluk-çocuğumuz iş bulsun”, “Silaha verdiğimiz parayla okul hastane yapalım, çocuklarımız daha iyi eğitim ve sağlık hizmeti alsın”, “Televizyonu açtığımda artık evladını kaybetmiş bir ananın ağlamasını görmek istemiyorum”, “Telefon her çaldığında oğlumun ölüm haberini almak istemiyorum” diyorlardı. Buna mukabil toplumun okuyan kesimleri bazen komplolara sarılarak, bazen tarihi referans vererek sürecin karşısında duruyorlardı. Onlara göre süreç, Sevr’in hortlatılmasıydı, emperyalizmin yeni bir oyunuydu, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir sonucuydu. En sert protestolarla üniversitelerde karşılaştık. Halk toplantılarında da şiddetli harareti yüksek tartışmalar oluyordu ama bizim konuşmamızı engellemiyorlardı. Fakat bazı üniversitelerde öğrencilerin ve akademisyenlerin konuşmaya bile tahammülleri yoktu. Dediğim gibi benim ki sadece basit bir gözlemdi. Âkil heyet çalışmaları bittikten bir bilimsel toplantıya katıldım. Orada sunulan bir tebliğ, barış sürecine ilişkin Sivas’ta yapılan bir alan araştırmasına ilişkindi. Araştırmacının ulaştığı sonuçlar, benim gözlemimi teyit eder nitelikteydi; okuma-yazma düzeyi yükseldikçe barış sürecine karşıtlık artıyordu. Pazarlık Kızılkaya’nın dikkati çektiği ikinci neden ise, sürecin bir pazarlığa indirgenmesiydi. “Ne verildi de, PKK silah kullanmaktan vazgeçti?” Kızılkaya, bu konuda da ülkenin doğusunda ve batısında iki farklı bakışın olduğunu söylüyor: “Büyük çoğunluğu ülkenin doğusunda yaşayan ve BDP’ye oy veren, PKK’ya sempatiyle bakan politize olmuş Kürtler ‘Devlet bize ne verdi ki şimdi silahları bırakıyoruz?’ diye sorarken, ülkenin Batısında yaşayan, diğer siyasi partilere oy veren, büyük çoğunluğu kendisini Türk hisseden ahali de ‘Devlet Öcalan’a ne verdi ki şimdi silah bırakıyor?’ sorusunu soruyor.” (s. 66) Yani süreci pazarlık olarak gören iki taraf var ve her iki taraf da bu pazarlıktan hoşnut değil. Bir taraf çok şey “verildiği”, diğer taraf ise hiçbir şey verilmediği için şikâyetçi. Elbette 30 yıl süren ve onbinlerce insanın hayatına mal olan bir çatışmadan sonra bu soruların sorulması normal. Her bölgede bu soruya muhatap oldu âkiller. Kendi adıma buna üç cevap veriyordum: Bir, siyasette pazarlık kendi başına kötü bir şey değildir. Silahların nasıl bırakılacağı, silah bırakmaktan sonraki sürecin nasıl işleyeceği konusunda taraflar arasında görüşmelerin yapılması gerekir. Bu, sorun değil, olması gerekendir. İki, temel hakların tanınması barışın zeminini oluşturur ve bu haklar bir pazarlık meselesine indirgenmemelidir. Ve üç, Kürtlerin haklarının tanınması, Türkler için bir kayıp anlamına gelmez. Edi ile Büdü Kızılkaya, sağdan-soldan sürece karşı çıkan basın organlarının ya da kalemlerin tavrına dair örneklere de yer vermiş. Mesela Özgür Gündem’de Kızılkaya ve Yılmaz Erdoğan’ı “Hakkârili Edi ile Büdü de listede” diyerek tahkir eden bir yazı yayınlanmış. (s. 40) Sözcü’nün haberi ise ibretlik. Olay şöyle: Akdeniz Heyeti, Isparta’da bir köye gitmiş. Ziyaret sonrası köyden ayrılırken de köyün çocuklarına arkasında Türk bayrağı olan yap-bozlu bir Türkiye haritası hediye edilmiş. Heyet üyeleri ve çocuklar birlikte fotoğraf çektirmişler. “Gelin görün ki ertesi gün Sözcü gazetesinin birinci sayfasında çocuklarla çektirdiğimiz o fotoğraf yayınlandı ve altında şöyle bir başlık vardı: ‘Çocuklardan akillere ders… Köylü çocukları akillere Türk bayraklı harita hediye etti.’ Kendi hediyemizi çocuklar bize hediye etmişti. Gazetecilikte en yüz kızartıcı suç, yalan haber yapmaktır. Ama bunlardaki yüz, yüz değil, yüznumara!” (s.117) Nusayrilerin yıldızları Kitapta hoş anekdotlar da var. İki tanesini çok sevdim. Biri, Mustafa Sarıgül’ü tanımamıza birebir. Kızılkaya, entelektüel ve sanatçıların uğrak yeri olan ve kendisinin de sıklıkla gittiği Şişli’deki organik pazarda Sarıgül ile karşılaşmasını anlatıyor: “Pazar yerini Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül tahsisi etmiş. Yıllar önce kendisini gördüm orada. Kızım henüz iki yaşında kucağımdaydı, bir anda çıktı karşıma ve çocuğu benden alarak havaya kaldırdı. Pazarcı esnafına dönerek ‘İşte bu bile Deniz Baykal’a karşıdır’ dedi. O zaman Deniz Baykal’a karşı olmak modaydı, çocuk neye uğradığını şaşırdı. Sanırım sözlüğünde ‘deniz’ kelimesi yoktu henüz.” (s. 31) Diğer anekdot ise Nusayrilere ilişkin. Kızılkaya, bundan 14 yıl önce Antakya’ya ilk geldiğinde kaleme almış şu satırları: “Burada iki yerde arıyor yıldızları Nusayriler. Kafasını kaldıran göktekilere dikiyor gözlerini, aynı gözler yere indiğinde topraktakileri arıyor. İnanışlarına göre kâmil insan yıldızlaşır, yere iner. Onun için göktekiler kolay, herkes görebilir onları. Zor olan yerdeki yıldızları görebilmektir; çünkü herkese görünmez onlar. Buldun mu da yitirmek istemezsin; sofrandaki muhabbete eş, kırbandaki meye ortak olurlar.” (s. 77) Âkiller, süreç karşıtları tarafından üç boyunca türlü şekillerde aşağılandılar, lanetlediler, itibarsızlaştırmak istendiler. Kızılkaya’nın onlara cevabı, benim de kabulümdür: “Çalışmalarımız sırasında bin bir hakaret, bin bir küfür işittik. Kendi namıma hepsi kabulümdür. Bu süreç nedeniyle uzun bir süreden beri tek bir genç insanımızın kanı dökülmüyorsa, varsın bize hakaret etsinler. Ucunda ölüm yok ya! Evet, hiçbir şeyin ucunda ölüm olmasın artık.” (s.11) Muhsin Kızılkaya; Barışa Katlanmak: Bir “Âkil”in 83 Günü, Alfa Yayınları, İstanbul, 2014.
Serbestiyet, 25.06.2015