“Barış Pınarı Harekâtı” hakkında yorumcular, “mutlak destekçiler” ve “mutlak retçiler” olmak üzere ikiye ayrıldı. “Mutlak destekçiler” meseleyi hayat-memat meselesi addediyor; operasyon yapılmazsa kısa vadede dahi ülkeyi bölünmenin eşiğine getirecek kadar yakıcı bir bekâ sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu öne sürüyor; bundan dolayı, Türkiye’nin her ne pahasına olursa olsun bu harekâtı yapmasının tek doğru politik seçenek olduğuna inanıyor. “Mutlak retçiler” ise her ihtilâfın diyalogla çözülebileceğini, bu doğrultuda Türkiye’nin PYD ile çatışmak yerine uzlaşması gerektiğini, masayı devirmeye Türkiye’nin hakkı olmadığını, bir biçimde muhatabıyla uzlaşması, gerekirse taviz vermesi icap ettiğini, zira bu meselede tarihsel haklı olanın “Kürtler” olduğunu savunuyor.
Her iki görüşe de yakın hissetmiyorum kendimi. “Mutlak destekçi”liğin haklı olduğu yan, PKK/PYD’nin silâhlı varlığının bugünkü Türkiye’nin taşıyamayacağı bir yük içermesi ve hiçbir meşru gerekçeye dayanmayan kör şiddetin, yahut “şiddet için şiddet”in sınırlarımızda mesken tutmasının ulusal güvenlik problemi teşkil ettiğidir. Öte yandan, ülkemizin bir varlık-yokluk yol ayrımında olduğunu, şahlanışa mı yoksa mahvoluşa mı sürükleneceğinin belli olacağı kader anında bulunduğumuzu söyleyenler, ulusal güvenliği siyaset-üstüleştirme kisvesi altında siyasî amaçlarına alet ediyor. PYD’nin kısa vadeli tehdidi, güvenlik güçlerinin başarılı operasyonlarıyla ve ABD’yle varılan devriye anlaşmasıyla bertaraf edilmişti; dolayısıyla statükoyu sürdürmek yakın gelecekte Türkiye’nin bekâsını riske atmazdı. PYD’nin esas tehdidi uzun vadelidir: (1) Orada kurulacak bir PKK devletinin Türkiye’nin sınırları içerisinde barış ihtimâlini baltalayacağı, zira yüzünü güneye çeviren ve terörü seçenek olarak gören siyasî Kürtçülüğün oradan maddî-manevî yararlanacağı, (2) terörle mücadelenin ayrılmaz parçası olan ideolojik mücadele kapsamında, PKK’nın metotlarını yücelten ideolojisinin Türkiye’nin güneyinde egemen olmasının Türkiye’nin iç huzurunu tehdit edeceği kesindir. Bu tıpkı Soğuk Savaş döneminde ABD’nin, güneyinde komünist Küba’nın varlığından duyduğu rahatsızlığa benzer.
“Mutlak retçiler” ise diyaloğun daima ihtilâfları çözeceği inancında yanılıyor. Elbette diplomasinin tüm vasıtaları zorlanmalı, savaş en son seçenek olarak ele alınmalıdır. Fakat kimi durumlarda askerî metotlar diplomasinin son kozu hâline gelebilir. Hiç kimse Pearl Harbour’dan sonra diyalog yerine savaşa katıldı diye Roosevelt’i kınayamaz. Aynı şekilde komünist saldırganlık karşısında Kore ve Vietnam’da ABD; sağ-popülist nobranlık karşısında Falkland’da İngiltere haklıydı. Verilen örnekler her bakımdan bugün boğuştuğumuz meseleyle benzeşir demiyorum, yalnızca “savaş daima yanlıştır” ezberinin saçmalığına işaret ediyorum. “Mutlak retçiler”in bir kısmı zaten Kürt halkının ezilmişliğinden hareketle bir adım ötesine sıçrayıp, Kürtçü siyasetin tarihin daima doğru tarafında yer aldığı ve her talebinin desteklenmesi gerektiğinde birleşiyor; bu tutum ise “savaşa hayır”ı sadece Kürtçülüğün kaybedeceği savaşlarda gündeme getiriyor; onların çelişkisi, bu politik tutumlarını apolitik, genelgeçer, bağlamsız bir “savaşa hayır” ambalajıyla sunmaları. “Meramını açıktan söylese başı derde girecek, onlar da bu yolla suret-i haktan görünerek kendilerini kolluyor” denebilir tabiî. Harekâtı eleştiren sosyal medya hesaplarına gözaltı dalgası başlatılması da bu takiyyeyi âdeta onlar nezdinde haklı çıkarıyor. Ulusal güvenliğin içeriğinin siyaset-üstü değil doğrudan serbest siyasî tartışmanın konusu olduğunu öncelikle kabul etmeliyiz; ister “mutlak destekçi” olalım, ister “mutlak retçi”, ister çekimser.
Benim tutumum, kısa vadeli riskler bakımından bu harekâta olmazsa olmaz denemeyeceği, ancak uzun vadeli riskleri bertaraf etme açısından makûl bir gerekçeye dayandığıdır. Yani “yapılabilir” bir harekâttır bu: Yapmayınca ülke bölünmez ama yapınca da karalar bağlanmaz. PKK-PYD’nin Stalinist liderlik kültünü ve Leninist merkeziyetçi örgüt yapısını, güya Yeni Sol’dan apartma yerelci-komünalist-toplulukçu öğelerle sentezleyerek oluşturduğu sapkınca ideolojik bileşim ve bu ideolojiyi sahada tahakkuk ettirmede kullandığı yöntemler ise hiçbir liberalin sıcak bakamayacağı türden. “Komün” romantizmi üzerinden Rojava’yı pazarlayarak Batı solundan, anti-İslamcı ajanda üzerinden de Batı sağından sempati toplayan PYD’nin uluslararası desteğini azaltmak için Türkiye’nin akıllıca diplomatik hamleler yaptığı söylenemez. PKK-PYD’nin sapkın ideolojik sentezi Türkiye tarafından dünyaya yeterince ifşa edilmediği gibi, Batı’da oluşan “İslamcı Türkiye vs seküler Kürtler” ikiliğine dayalı imgenin yıkılması için Türkiye daha fazla çaba sarfedebilir, örneğin demokratikleştirici reformlara hız vererek ve sağcı/solcu/dinci her türden radikalizme karşı ideolojik mücadele başlatarak, pan-İslamist dış politika yapmayarak uluslararası kamuoyundaki kredisini artırabilirdi. Ve her halûkârda, yıkılmayacağı besbelli Suriye devletiyle diyalog kurar, yeni ve daha kapsayıcı bir rejim kurulana dek barışın tamamen sağlanmasında ortaklaşa çalışabilir, rejim ile muhalifler arasında köprü görevi görebilirdi.
Son olarak, “mutlak retçiler” tarafından dile getirilen, yaşanan problemin Türkiye’nin kendi içinde Kürt sorununu çözmemesinden kaynaklandığı tezine dair şunlar söylenebilir: İçerideki çözümsüzlüğün dışarıdaki Kürtlere bakışı etkilediği doğrudur. İki sene önce Kuzey Irak’ta Barzani’nin bağımsızlık referandumuna bizimkilerin gösterdiği tepki bunun en somut örneği. Sürekli bir alarm ve teyakkuz hâli! Öte yandan, Suriye’deki gelişmeler Türkiye’nin içerideki Kürt sorununu çözmesini kolaylaştırmadı, zorlaştırdı; PKK orada kendi devletini kurma hevesine kapılarak çözüm sürecini sabote etti, çılgınca hendekler kazmaya girişti. Legal aktör HDP de aynı çizgide devam etti. Yani PKK’nın Suriye’de mevzi kazanması, Türkiye’deki Kürt siyasetinin yüzünü Ankara’ya değil Rojava’ya çevirmesine sebep oldu. Bu, en geniş reformların dahi tatmin edemeyeceği kadar yüksek bir beklenti çıtasının konulması demektir, yani Türkiye bu sorunu mükemmelen çözse dahi PKK hep “bir fazlasını” isteyecek, aksi hâlde silâh bırakmayacak, terör kozunu oynayacaktı. Etnik mesele öyle bir şeydir ki, silâhlı mücadele yapmayan Katalanlar ve İskoçlar bile en geniş demokraside tatmin edilemiyor, bizde ise üstelik silâhlı bir Kürtçülük gerçeği var. (Bu elbette reformların ve demokratikleşmenin lüzumsuz olduğu anlamına gelmez). Dolayısıyla denklemi, “Kürt sorunu hâllolursa PKK zayıflar” şeklinde değil, “PKK’nın zayıflaması sorunun çözümüne hizmet edebilir” şeklinde kurmak lâzım. “İllâ eder” demiyorum, devlet yine baskıcılığa devam edebilir. Lâkin PKK’nın varlığı, tıpkı 1971’de silâhlı sol örgütlerin 12 Mart baskıcılığını tahrik ve teşvik etmesi gibi, bugün milliyetçiliğe ve militarizme âdeta can suyu veriyor.
14 Ekim 2019