Barış için gerekenler: Fedakârlık, uzlaşma, cesaret ve feraset

Bazı zamanlarda insan çok şey söylemek ve yazmak istiyor. Bazen fikirlerinizin doğruluğundan şüphe duyuyorsunuz. Bazen her aklınıza geleni yazacak kadar cesur olamıyorsunuz. Çoğu zaman da düşüncelerinizin karşılık bulamayacağını, yanlış anlaşılacağınızı, gönülleri kırabileceğinizi ve nihayetinde de sözünüzün kıymeti kalmayacağını düşünerek kırpılmış, oto-sansürlü cümleler kurmakla yetiniyorsunuz. İyi mi yapıyoruz kötü mü?

Suruç’taki intihar saldırısı ve artan PKK eylemleri, bana yoğun şekilde bu ruh halini ve zihin paradokslarını tekrar yaşattı. Son birkaç günde yaşanan şiddet olayları, komşularımızdaki insani dramların sınırı aşarak Türkiye’ye gelmeye başladığının habercisi gibi. Suruç’ta ve Şanlıurfa’da ölen gençlerimizin arkasından duyduğumuz derin hüznü, endişe ve tedirginlik takip ediyor. Oysa güzel bir ülkede yaşamak istiyorsunuz. Gelecek gününüzün geçen günden daha iyi olmasını hayal ediyorsunuz. Fakat olan biteni uzaktan sakince izlemekten başka bir şey gelmiyor elinizden. Mazlum komşularınıza umut olmak yerine her gün onları mazlum yapan durumlara doğru ilerliyorsunuz.

Eminim birçok insan bugünlerde benimki gibi bir ruh halini yoğun şekilde yaşıyor ve çok daha fazla insan, huzurlu bir toplumda yaşamak istiyor. Süreç böyle devam ederse başımıza nelerin gelebileceğini hepimiz tahmin edebiliyoruz. Peki, ne yapmamız gerekir; bu sert ve üslupsuz tartışmaların neresinde yer almak gerekir? Buna dâhil olmak ve taraf olmak zorunda mıyız?

Ölenlerin hüznünü yaşamanıza, yakınlarının acılarını paylaşmanıza bile müsaade etmeyen bir nefret dili her yanımızı kuşatmış durumda. Önce yerinizi belirliyorsunuz, ardından karşı tarafa saldırıyorsunuz. Tüm olumsuzlukların, patlayan bombaların, ölen masumların sorumluluğunu “düşmanınızın” üzerine yıkıyorsunuz. Sonra da buna hak aramak, doğruyu söylemek ve mazlumun yanında olmak, katillerden öç almak, politika yapmak diyorsunuz.

Oysa bu dil, bizi barışa ve huzura götüremez, bizi şiddete her geçen gün biraz daha yaklaştırır. Nasıl bir toplumda yaşamak istediğimize karar vererek tavrımızı belirlemeli ve ona uygun bir dil geliştirmeliyiz. Barış ve huzurun hâkim olduğu bir ülkede mi yoksa çatışmaların, şiddetin ve tedirginliklerin olduğu bir ülkede mi yaşamak istiyoruz? Eğer barış ve huzuru istiyorsak politik kimliklerimizi biraz arkaya itmemiz gerekiyor. Bir insanı değerli yapan yegâne şey, bir siyasi partiyi veya dünya görüşünü savunmak değildir. Bizi değerli yapacak şeyler, faziletlerimizdir. İyiliği, huzuru, barışı ve mutluluğu artırmaya yapacağımız katkılar bizi değerli kılar.

Barışa katkı yapmak, fazilet gerektirir. Bahsettiğim, siyasi bir barıştır ve onun için gereken en temel erdem fedakârlıktır. Elde etmek istediğimiz her iyi şey için fedakârlıkta bulunmamız gerekir. İyi giyinmek isterseniz modayı takip etmeniz ve para harcamanız gerekir. Dindar olmanız için ibadet etmeniz gerekir. Başarmak için çalışmanız gerekir. Yapmamız gereken veya yapmak istediğimiz şeyler, bizi bazı şeylerden vazgeçmeye veya menfaatlerimizi ertelemeye zorlar. Peki, barışı istiyor muyuz ya da barışın iyi bir şey olduğunu düşünüyor muyuz? Eğer iyi bir şey olduğunu düşünüyorsak onu elde etmenin de bir bedeli vardır. Barış da fedakârlık ister.

Fedakârlık, sahip olduğumuz şeylerin bir kısmından kendi aleyhimize vazgeçmemizi gerektirir. Siyasi fedakârlık, başkalarının fikirlerini kendimizinki kadar dinlemeye hatta bazen savunmaya değer görmektir. Hiçbir siyasi fikir mutlak doğru değildir. Farabi, siyasi bilgiyi huzurlu ve mutlu bir şehirde yaşamak için gerekli bir araç olarak tanımlamıştı. Ona göre pratik bilgi, ihtiyarîdir, yani doğruluğunu mutlu bir hayat sürmek için yaptığımız seçimlerimizden alır. Statik bir siyasi doğruluk yoktur, her biri deneyimlere açıktır.

Siyasi fedakârlığın eksikliği faşizmdir. Faşizm, kendi zihinsel dünyamızın dışına çıkamamak, benliğimize hapsolmak ve algılarımızı dışarıya yönlendirememektir; bir tür zihinsel körlük ve sağırlıktır. Dışarıda olanı deneyimleyememek, başkalarını duyamamak ve fark edememektir; sağduyudan mahrum olmak demektir.

Siyasette fedakârlık tek başına yeterli olmaz; onu uzlaşma takip etmelidir. Karşı tarafı da dinleyip fikirlerden fedakârlık ettikten sonra dünya görüşünüze ve hayat tarzına uygun olmasa da ortak bir karara varmanın yollarını aramalı. Ne de olsa siyasi bilgi, tercihlerimizi ortaklaştırabilmek ve deneyimleyerek barış için doğru yolu bulabilmektir.

Uzlaşmak, doğru bildiğimizden vazgeçmek değildir. O halde siyasi uzlaşı bir faziletse onu cesaret takip eder. Hatalı gördüklerimizi cesurca söyleyebilmek. Bu cesareti ölçülü hale getiren başka bir fazilet daha vardır: Feraset. Buna bilgelik veya basiret de diyebiliriz. Eski Yunanlılar buna Phoronesis; Farabi de hikmet adını vermişti. Cesaret, ferasetle kayıtlanmadıkça dövüşçülerin, kavgacıların ve savaşçıların bir erdemi olarak kalır. Arenanın dışındaki ferasetsiz cesaret, bir bağnazlık, boş boğazlık ve ahmaklıktır. O halde “iyi mi kötü mü” sorusuna cevabım “iyi”dir.

Fedakârlık, uzlaşı, cesaret ve feraset: Bu dördünü siyasi söylemlerimizin sınırlayıcıları ve kuralları haline getirmedikçe Türkiye’de toplumsal barışı sağlayamayız. Bunların her birinin altında başka faziletler gizlidir. Örneğin ferasetin altında ihtiyat; uzlaşının altında sağduyu vardır. Lütfen artık kimse “haklıyım” diye bağırmasın. Ayrıca bunları başkalarından beklemek yerine önce kendi karakterimiz haline getirmemiz gerekir. Faziletsiz siyaset, barış ve huzur için en büyük tehdittir. Ülke meselelerini nasıl konuşacağımızla ilgili bu tür ilkelerimiz yoksa lütfen siyasi ahlaktan da bahsetmeyelim; siyaset yapmaktan da vazgeçelim çünkü bu şekilde hiç işe yaramıyor.

23.07.2015, Yeni Söz

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et