Bu ülkede iktisat bilimi ilkelerinin yeterince öğretildiğini, bu ilkelerin yeterince farkında olduğumuzu iddia etmek mümkün değil. İlkeleri öğretmenin doğru stratejisi yaygın uygulama bulabilseydi, belki de o zaman ‘İlkeleri sürekli tekrarla zaman kaybetmeyelim’ diyebilirdik. İktisat bilimi elbette ilkelerden ibaret değil, ama bu bilimin bütün ileri adımları da ilkelerin yansıması olmalı. Bunun için de Peter Boettke tarafından ifade edilen, ilkeleri öğretmenin doğru stratejisinin kabul görmesi gerekiyor; “Ekonomi biliminin ilkelerini öğrencilerine, şimdiden sonra alacakları son iktisat dersiymiş gibi ve alacakları çok sayıda dersin ilk kısmıymış gibi öğret.”
Yerli ve milli paradigmasının bir ürünü olarak aya uzanmak gündeme geldiğinde, entelektüel bünyemizin kronik partizan hastalıkları yine her kanattan coşkun bir atağa kalktı. Kendimi artık bu konuda pek fazla bir laf söyleyemeyecek kadar bıkkın hissettiğimi söylememe izin verin.
Bir iktisatçı, olması gerektiği gibi, amacı veri olarak alıp konu üzerinde düşünmeli. Aya gitme, uzaya çıkma hedeflerinin geçerliliğini sorgulamıyorum bile. Bastiat’nın halen geçerli bir sözü bu noktaya ışık tutar; “Her seferinde, biz hükümetçe yapılan şeye karşı çıkarız, sosyalistler ise yanlışlıkla bizim tümüyle onun yapılışına karşı çıktığımız sonucuna varırlar.” Eleştirel aklı amacın gerçekleşebilir oluşu hakkında çalıştırmak, amaca karşı çıkmak değildir, vatanı sevmemek ise hiç değildir. Ve dahi, ‘Bunu gerçekleştirebilirsin, ama diğer daha önemli ihtiyaçlarını karşılanmamış bırakarak’ demek esasen vatanı sevmenin bir paçasıdır.
İktisadın temel ilkelerinden birisi kıtlık gerçeğinin dikkate alınması. Bitmeyen bir soru, ‘Ne üretilecek, hangi maliyetlerle ve kimin için üretilecek, kim üretecek ve bu üretimi nasıl finanse edecek’ ise bu gerçeğin yansımalarından birisi. Dolayısıyla, bireyler, firmalar, devletler bir öncelik sıralaması yapmak zorunda. Serbest piyasa disiplini içinde iken, hedefler, arzular, yapılmaya değer görülen şeyler; hepsi aynı anda ‘olamaz’, talepler ihtiyacın şiddetine göre karar birimi tarafından derecelendirilir. Devletler en fazla, serbest piyasanın ürettiği zenginlik üzerinden şımarıklık yaparak, bu temel kısıtla bağlı değilmiş gibi yapabilirler, o da ancak belli bir süreliğine.
Ekonomi tarihi bu devlet şımarıklıklarının bol miktarda örneğine sahip aslında. Bir Sovyet tanıklığının çarpıcı ifadesi bunu anlatmaya elverişlidir; “…[U]zaya ilk bizim uçmuş olmamızla gururlanıyorlar. Ama dükkânlar boştu…” (S. Aleksiyeviç, İkinci El Zaman, s. 153). ‘Sosyalizm ne alaka’ diye sorulabilir. Ancak, kamu girişimciliğinin fiyasko niteliğindeki sonuçları üzerine bir kesit günümüz devlet projelerinin değerlendirilmesinde de bize hayli yardımcı olur. Tabii ki, sosyalizm tecrübesi, karşılanmamış insan ihtiyaçları ile devasa devlet yatırımları arasındaki uyumsuzluğun en şiddetli örneklerini sunmuştu bize. Günümüzün devletçi–karma ekonomilerinde bu uyumsuzlukların gözlenmesi ise biraz daha dikkatli bir zihin gerektiriyor.
Elbette, devlet tahakkümünün ekonomik kaynakları belirli bir sektöre/işe yeterli seviyede temerküzü sayesinde önemli bazı sonuçlar elde edilebilir. Burada daha önemli olan işin devamının gelmesidir. Bu sürdürülebilirliği sağlamak ise temelde bir ekonomik sistem meselesidir. Sadece devletin bir proje için harekete geçmesi ile sürdürülebilirlik sağlanmaz.
Ekonomik sistemi ise devletin temel görevlerini ifa etme etkinliği ve izlediği ekonomik politika belirler. Öyleyse, ‘Biz devamlılığı sağlayabilecek miyiz’ sorusunun cevabı için bakmamız gereken yer, başta adalet olmak üzere, eğitim, sağlık, altyapı yatırımları ile birlikte ekonomik politikanın maliye, para ve ticaret ana başlıklarının mevcut hali. Ve bu hal, uzun uzadıya detaylandırmaya gerek yok ki, iç karartıcı bir kargaşadan ibaret. Tam da bu nedenle, elimizdeki maddi ve beşeri kaynaklarımızı, zamanımızı, dikkatimizi, enerjimizi bu alanlardaki doğrularımızı artırmak için kullanmak bir uzay macerasından daha fazla öncelik taşıyor.
Buna rağmen, Türkiye adeta kaynak kısıtı olmayan bir ülkeymiş gibi davranıyor. Ve maalesef böyle yapmanın vizyonerlik olarak görülmesi de istenebiliyor. Bu ülke, yıllık gelir üretimi açısından (sadece bu açıdan) yaklaşık olarak ABD’nin bir eyaleti, California kadar kapasiteye sahip diyebiliriz. Söz konusu olan iş uzay araştırma ve seferleri; astronomik maliyetlere katlanılması gereken, uzun dönemli ve akıl üzerine akıl katarak ilerlemek zorunda olduğumuz bir saha. Dolayısıyla, ‘Neden illa ki burada da yerli ve milli olmalıyız’ sorusunun yeterli bir cevabı yok. Bilakis, işin baştan sona niteliği komşularımız, Avrupa Birliği ya da başka seçenekler ile kapsamlı işbirliği yaparak, kozmopolit bir süreci başlatmanın ülke çıkarlarına daha çok hizmet edeceğine işaret ediyor.
Demokratik meşruiyet sorununun daha az önemli olduğu söylenemez. Mutlaka mitolojik planlamak zorunda mıyız? Ay seferine neden 2030’da değil de 2023’te gidiyoruz? 2030’daki bir sefer, daha maliyet–etkin, bilimsel açıdan daha öğretici olamaz mı? Bu devasa detaylara kim, ne zaman karar verdi? Demokrasisi olgunlaşmış ülkelerde vatandaşlar bu türden kararları ‘akşam çayı eşliğinde aldıkları bir sürpriz’ olarak öğrenmezler. Yeterli bir kamusal tartışma payı bırakılarak, amaca zaten hayır demeyecek halkın, detaylara dair rızası, oyu, eleştirisi alınır.
Şahsen, bu hususları ve implikasyonlarını göz önüne aldığımda, ifade etmekten kendimi alamıyorum; bize sunulan uzay programı (şayet buna bir program denebilirse) bir tür gösteriş yatırımı ve ulusal güç böbürlenmesinden öteye giderse, benim için asıl sürpriz bu olacak görünüyor.