Dünkü yazımda, Avrupa ülkelerinde temsili demokrasinin en temelinde yatan halkın kendi temsilcileri aracılığıyla ülke yönetiminde karar sahibi olması ilkesinin çeşitli biçimlerde erozyona uğradığını anlatmaya çalışmıştım.
Bu temel zayıflaması Eski Kıta’da demokrasinin derinliğini kaybetmesine ve içten içe koflaşmasına yol açıyor. Yerine geçen ise, oldukça naif, çoğu zaman kerameti kendinden menkul, modern zamanların On Emri diyebileceğimiz bir“siyasi doğruculuk” listesi:
Ağaçları kesmeyeceksin!
AVM’ler dikmeyeceksin!
Aydınlara gözünün üstünde kaşın var demeyeceksin!
Nefret söylemi kullanmayacaksın!
Gösteri yürüyüşlerini engellemeyeceksin!
Gazetecileri işten atmayacaksın
Balinaları öldürmeyeceksin!
İnternete dokunmayacaksın!
Vesaire…
Ama bu arada, ülkende İslamofobi almış başını gitmiş; yabancı düşmanlığı tepe yapmış, Avrupa’nın en iddialı demokrasi projesi olan çok kültürlülük projesi çökmüş, AB bürokrasisi milli irade diye bir şey bırakmamış, homojen bir Avrupa yurttaşı yaratma girişimleri bireysel var oluşu engeller hale gelmiş ne gam…
Cilalı kabuk dediğim şey işte bu… Demokratik hassasiyetler denilen şeyin; demokrasinin temel meselelerinden kopup biçimsel meselelerde ortaya çıkışı; Avrupa kamuoyunun demokrasi algısının bütünü kavramayan, sembollere dayanan, köksüz bir tavır alışa dönüşmüş olması…
Dünyaya da aynı sığlıkla bakıyor
Bu sığlaşma ve biçimcilik doğal olarak, sıradan Avrupalı’nın sadece kendi demokrasisine bakışında değil, başka ülkelere bakışında da ortaya çıkıyor.
Eğer böyle olmasaydı, demokrasi konusunda bu kadar duyarlı olan Avrupa kamuoyunun Mısır’da demokrasinin katledilişine seyirci kalması mümkün müydü?
Avrupalı demokratlar, Ortadoğu’daki rejimlere orada yaşayan çoğunluğun kendi rengini vermesini kabul edemiyor. Arap Baharı’ndan sonra ortaya çıkan Müslüman Kardeşler iktidarlarını tehdit olarak algılıyor ve 50 yıllık tarihi boyunca eline silah almamış bu siyasi hareketin iktidar olmasını engellemek için darbe dahil her yolu mubah görebiliyor.
Erdoğan’ı değerlendirirken de aynı şekilciliğe kapılıyor. “Gezi direnişi”ni Mısır’da olup bitenlerden daha çok önemsiyor.
Türkiye’de yaşanan büyük ve derin demokratikleşme hareketlerine gözlerini kapatıp, varsa yoksa Erdoğan’ın üslubuyla uğraşıyor. Bir meydan düzenlemesinde 3-5 ağaç kesilmesini baş mesele yapabiliyor.
Türkiye’de bir düzine muhalif gazeteci işten atıldı diye aylardır kıyamet koparıyor ama Esed’in işkenceyle katlettiği binlerce kurbanın resimlerinin “özgür” Avrupa basınında neredeyse hiç yer almaması onu fazla rahatsız etmiyor; kendi basınında ortaya çıkan bu otosansürün arka planındaki gizli baskıyı sorgulamıyor.
Küçük hukuksuzlukları görüyor, büyük adaletsizlikleri görmüyor; adil bir uluslararası düzen için parmağını kıpırdatmıyor.
Türkiye’de vicdani reddin hak sayılmamasını büyük eksiklik sayıyor ama BM’nin 5 büyüklerinin veto yetkisini kabul edilemez bulmuyor. İsrail’in Güvenlik Konseyi kararlarını hiçe saymasını sessizlikle geçiştiriyor. Gazze’ye gözlerini kapıyor. Bir halkın on yıllardır yurdundan sürülmüş bir halde yaşamasını sineye çekebiliyor.
Çıkış, tecrübelerin ortaklaştırılmasında
Demokrasinin kendi ”beşiği”nde yaşadığı bu sığlaşma ve özsel zayıflama, sadece Avrupa’nın değil, bütün insanlığın meselesi… Yaşanan bu durumun sebeplerini ararken, Avrupa’nın 2. Dünya Savaşı’nda yaşadığı travmayı ve “seçimle gelen faşizm” tecrübesinin doğurduğu panikle geliştirdiği seçilmişleri sınırlama, “zapt-ü rapt altına alma” refleksini uzun uzadıya incelemeliyiz.
Ama şu anda, “buraya neden ve nasıl gelindi”den daha da önemli olanı, buradan nasıl çıkılacağıdır.
Görünen o ki, bu konuda Avrupa’nın dünyanın diğer halklarının yardımına ihtiyacı var. Avrupa’nın kısırlaşan demokrasisi ancak dünyanın başka yerlerinde, başta tarihi süreçlerden, başka deneyimlerden geçmiş ülkelerin deneyimleriyle birleştirilerek derinleştirilebilir ve olgunlaştırılabilir.
Ben Türkiye’nin –şu anda ne kadar sorunlu bir dönemden geçiyor olsak bile- bu inşa sürecine önemli katkılar sunabilecek potansiyele sahip olduğunu düşünüyorum.
Bu yazı Bugün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.