Türkiye’de laiklik seküler bir din olmuştur
Cumhuriyet tarihi boyunca dindar iseniz büyük zorluklar yaşamış olduğunuzu bilirsiniz. Bir varoluş felsefesi olarak görülen dinin yaşamdaki yeri karşısında zorluklarla karşılaşmış ve düşünmek istediklerinizi düşünememişsinizdir. Eğer dine tanrısal gücün siyasal yansıması olarak bakıyorsanız Cumhuriyet tarihinde kendinize siyasal bir yer bulamamışsınızdır. Varoluş felsefesi veya siyasal bir pozisyon olsun, din ve dindarlık kavramları laikliğin Türkiye’de uygulanışıyla belki de hak ettiği yeri almaktan uzak kaldı. Özellikle müslümanlık ile devletin çatışması, müslümanları ikincil konuma itti, kamusal ve özel alanda dahi müslümanların yaşamlarına müdahaleler edildi. Bahaneleri, çok bilindik kelime olarak irticanın ülkeyi gericiler eliyle geriye götüreceğiydi. Bu durum, laikler üzerinde korku yarattıkça laikler laikliklerinde daha keskin oldular. Laikler dindarları ama özellikle müslüman dindarları yok saymak, hatta yok edebilmek için çabalar sarfetti. Müslümanlığı ne anlattığından ve içeriğinden dahi haberdar olmadan ortadan kaldırılması ve yenilmesi gereken bir düşman olarak gördü. Özgürlükler perspektifinde, bu durumu kabul etmek yanlış olur. Bir ülkede dindarların yaşamlarını istedikleri gibi, en azından başkalarına zarar vermeden yaşama hakları vardır. Siz bu dinin içeriğine katılın veya katılmayın. Özellikle özel alanlarda dindarlar dinlerinin gereklerini istedikleri gibi yaşayabilirler. Türkiye’nin kökten laiklerinin nefret öznesi olmuş din, laiklerin ellerinden gelmiş olsaydı, herhalde bugünkü yaşamımızdan tamamen silinmiş olurdu. Varoluş felsefesi ile ilgilenenlerin dünyaları biraz daha fakirleşirdi böylece. Fakat kökten laiklerin varoluş felsefesi ile pek ilgilerinin olmadığı açık. Onlar sığ bir pozitivizmin arkasında bilimselciliği takip etmekten memnunlar. Yaşamın varoluşsal gerçeklerini – ki bu felsefenin alanıdır – bilimde bulmaya çalışmaya devam edecek görünüyorlar.
Türkiye’nin kökten laiklerinin nefret öznesi olarak dini seçmelerine karşın kökten laikler, bir yeryüzü dini oluşturdular, laiklik ile. Eğer din metafizik dünyaların kavramsal açıklamaları ile hayatı irrasyonel şekilde açıklamaya çalışıyorsa Türkiye tipi laiklik de aynı irrasyonellikle açıklamaya çalıştı, yaşamı. Hayatı rasyonel olarak açıklamaktan ne kadar uzak oldukları cumhuriyet tarihi boyunca ortaya koydukları yanlış tercihlerin sonuçlarında okundu. En basiti, çağdaş uygarlığa ulaşmak yerine, “geride kalınmış” bir insanî gelişmişlik seviyesi ortaya çıktı. Atatürkçülerin dile getirmediği bu durum aslında son derece önemlidir. Bir türlü gereken önem verilmese de, umuyorum ki bir gün, Türkiye’nin insanî gelişmişlik sırasındaki yeri de gündeme alınacaktır. Yaşamı ve özellikle siyaseti açıklamaktan ve sağlıklı halde oluşturmaktan bu kadar uzak olan laikçi rejim en az bir dinin irrasyonelliği kadar irrasyonel kaldı. Üstelik dinin kendinde var olduğuna inandığı mutlaklara bile sahip olduğuna inandı. Gerçeklik üzerinde tekel kurdu. Türkiye’nin mutlak doğru siyasal yaşamının sırlarını bildiğini iddia ederek hayatı kontrol etmeye çalıştı. Bu kontrol etme çalışmalarında kendinden o kadar emindi ki adeta tanrısal bir gücü kontrol etmeye çalışarak siyasalın her alanına müdahale etti. Bireyleri kontrol etti. Onların yaşamlarına düşünceleri kodlamaya çalıştı – yine belirtelim, bunda özellikle bir kesim için başarılı da oldu-. Bir dinin yaşamı açıklayıcılığından daha çok yeryüzünü açıklama isteği ile kendini mutlaklaştırdı ve kendisine tanrı yarattı. 19. Yy’da doğan tanrı ölümlü idi fakat kalplere ölümsüz olarak kazındı, laikçiler tarafından. Ölümlü tanrının ölüm yıldönümleri adeta bir ayin görüntüsündedir. Dua şeklinde okunan yeryüzü tanrısının sözlerinden umulan medet ile siyasal rakipler geriletilmek istendi. Tabiî bu rakipler ne kadar rakipti, onu da siz söyleyin. Siyasal ifade ve temsilden uzaklaştırılmış rakipler. Etkisizleştirilmiş rakibin karşısındaki yeryüzü dini laiklik ve onun yeryüzü tanrısı. Dünya dinine dönüşmüş bilimselcilikleri ile geleceğe uzanan seküler dinseverler.
Kökten dindarlar ile kökten laikçilerin yeryüzü tanrıları: Biri Allah, öteki Atatürk mü?
Dindarlığı ve dini özellikle kötülemek isteyenler sık sık kullanırlar kökten dincilik kavramını. Fundamentalizmde kendisini bulan bu kavram, özellikle müslüman olup olmadığı önemsenmeden, birçok dinin yoğunluğunu tanımlamak için de kullanılır. Siyasal ideolojilerde açıklanan bu kavramın ne kadar doğru olduğu ve sağlıklı bir ideolojik perspektifi yansıttığı kendi içinde bir tartışma konusudur. Fakat biz biliyoruz ki özellikle laikçiler kökten dincilikten-dindarlıktan hiç ama hiç hoşlanmazlar. En çok da kendi yeryüzü dinlerine karşı geldiği için. Yeryüzü dinlerinin zıddında duruyor gibi göründükleri için. Aslında kökten dinciliğin zıddı değildir, kökten laikçilik. Bizce aynı pozisyonda dururlar. İkisi de diğerini mutlak olarak dışlayıcı bir perspektiften açıklar kendisini. Biri göklerin, öteki yeryüzünün mutlak gerçeklerine sahip iki aynı noktada duran düşüncelerdir. Birbirlerinden uzak oldukları iddiası birbirlerine ne kadar yakın durduklarının kanıtıdır. Her şeyin mutlak olarak bilindiği, bugünden yarına ne yapılması gerektiğinin mutlak bilgisi, gücün tanrısal boyutlarındaki temsilcileri… Kökten laikçiler sahip olduklarını varsaydıkları bilgileri ile yeryüzünün her alanını her şekilde bildikleri ve açıkladıkları fikrindeyken, kökten dincilik de yeryüzünün nasıl olması gerektiğinin mutlak bilgisini dünya dışı bir kaynaktan aldığını iddia etti. Tek bir aklın “her şeyi” kurabileceğine olan “inançlarıyla”, kanıta gerek olmadan bir çeşit iktidar kurmak istediler. Din hem yeryüzünde hem “öbür dünyada” iktidarı, laikçilik öbür dünya fikrini saçma bulduğu için bu dünyada iktidarı almak istedi. Üstelik bir bakıma aldılar da. Dünyayı bu iki farklı kutuplarda olduğu zannedilen fakat aynı yerde olan köktencilik sarmamış gibi mi görünüyor? Her şeyi bilen tansallıklar… – sekülerlik, dinsellik – hatta yeryüzü cehenneminin kurucusu, her şeyi bilen ve her şeyin nereye gittiğinin mutlak bilgisine sahip sosyalizm. Sosyalizm de herkesin herkes için yaşadığı kollektivist cehennemin tanrısı değil mi? Şurası kesin ki bu tanrı çok kötü bir tanrı. İnsanı insanlıktan çıkarmak için üst-tanrılar tarafından insanlığın başına musallat edilmiş, şeytanla işbirliğindeki bir tanrı. Tanrı insanı ondan korusun!!!
Müslümanlar Allah der, Türkiye’nin kökten laikçileri Atatürk. Bu iki tanrısal “varlık” birbirlerini etkileye etkileye, besleye besleye yollarına devam ediyorlar. Atatürk savaşta erlerine ölmeyi emrediyor. Allah bir gün ölümü insanların önüne çıkarıyor. Atatürk geleceğin anahtarını elinde tuttu, Allah geleceği çoktan yazdı. Kuran hayat ve sonrası için gereken her şeyi anlatıyor. Nutuk laikçilerin kutsal kitabı olarak hayatın nasıl olduğu ve nasıl olması gerektiğini anlatıyor. Allah sonsuz bir varlık olduğunu söylüyor, Atatürk sonsuza kadar genç kalplerde yaşıyor. Allah çok güçlüdür, gücü mutlaktır, O’ndan korkulmalıdır diyor, Atatürk’ün militarist dünyasında vatandaşlaşamamış bireyler hazır olda Atasından gelecek emri korku içinde bekliyor. Atatürk’ten korkmayanlar en azından Atatürkçüler tarafından cezalandırılıyorlar. Bunlar da yeryüzü tanrısı Atatürk’ün yeryüzü “melekleri” olmalılar. Kötülük yapan melekler. Şeytanlaşma bu işin neresinde acaba? Tanrıların bu güç ve iktidar dünyasında hayatta kalmaya çalışan bireyin işi gerçekten kolay değil. İçindeki yaşam kıvılcımı ile hareket edip yaşamına özgürlük ve serbestlik katmak isteyen bireyin yolunun köktencilikten geçmediği açık. Tanrıların karşısında birey bakalım nereye kadar varlığını sürdürecek. Allah ve Atatürk’e göre kötü olmaya başlayan bireyin kötülüğü herhalde “bireyim” demesidir. Unutmamak gerekir ki hangi “tanrı” bireyi öldürmeye kalkarsa aslında kendini öldürmeye kalkar. Allah hükmedemediği bir canlı olmazsa ne kadar Allah olur? Atatürk hükmedeceği birey bulmazsa varlığını nereye oturtabilir? Dikkatli olmak lazım. Varoluş pamuk ipliğine bağlı olmasın.