Devletçilik özgürlükleri ortadan kaldırmaktır
Türkiye’de eğitim gördüyseniz ve yaşadıysanız size devletçiliği nasıl anlattıklarını tahmin edebiliyorum. Gereklilerin gereklisi, iyileri iyisi olarak gösterdiler ve anlattılar bu organizasyonu size. Size ilettikleri mesajlarla binlerce onbinlerce kez devletin ne kadar doğru ve gerekli bir organizasyon olduğunu zihninize kazımaya çalıştılar. Öyle propaganda mesajları vardı ki devleti kendinizden bile üstün görmeniz gerektiğini içeriyordu. Devlet için ölün, devlet için yaşayın… Bunun nasıl bir psikolojiden kaynaklandığı başka bir yazının konusu fakat biraz bile politik psikoloji perspektifinden baksak bunun sağlıklı bir hali yansıtmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu sağlıklı olmayan hali silah zorluyla bireylere dayattılar Türkiye’de – diğer ülkeleri unutmadık elbette-. Devletin yüceltilmediği Türkiye olmaz, olamaz dediler. Okullarda, “resmî” törenlerde, medya mesajlarında, bayramlarda, kutlamalarda hep aynı mesaj verildi – diğer pek çok totaliter mesajları da unutmadık tabiî ki-. Devlet her şeydir. Devlet sizin üzerinizdedir. Var olmak bile yeryüzü tanrısı içindir. Laikliği sevenler özellikle bağlandılar bu yeryüzü tanrısı fikrine. Yeryüzü tanrılarına bağlı kalmaya da devam ediyorlar. Tanrı yollarını açık etsin. Evrim de edebilir. Benim açımdan bir problem yok. Türkiye’deki kökten laikler gibi bağnaz ve tanrısızlığa kökten bağlı değilim.
Devleti yüceltip sizin ona tapınmanızı isterlerken bu devletçi kesimler aslında bireylerin özgürlüklerini ortadan “nasıl kaldırırız”ın planlarını yapıyorlardı -kabul edelim ki insanlık tarihinde bu planlar ilk defa yapılmıyor-. Bireycilikten adeta nefret ettikleri düşüncelerinden anlaşılan devletçiler birey denilince ilk akla gelen kavramlardan biri olan negatif özgürlükten de nefret ediyorlardı. Özgürlüklerin kendi kendini düzenleyen dünyasının geçerli olmasını istemiyorlardı. Onlar yaşamın her noktasını devlet eliyle devlet için düzenlemek istiyorlardı. Olmazsa olmazları olan devletin her şeyi ama her şeyi düzenleyebileceğine olan kökten inançları ile özgür iradenin olmadığı noktaya kadar varmak istediler. Devletleri ile kurmaya çalıştıkları cehenneme devletçilik ile ulaşmaya çalıştılar. Hâlâ da çalışıyorlar. Daha ne kadar çalışacaklar acaba? Son bireyi, son bireyselliği ve negatif özgürlükleri ortadan kalkıncaya kadar mı? O noktaya kadar uğraşacaklarını düşünüyorum. Buna güçlerinin yetmeyeceğini yaşam bize anlatmaya çalışıyor. Son bireye kadar ulaşmalarının ölçülmesi imkânlı olsa o noktaya gitmekten de vazgeçmezlerdi. Bu nasıl bir birey nefretidir? İnsanî yaşamı oluşturan en önemli öğelerden biri olarak birey kavramına bu kadar saldırı bireyin bile aklının ötesinde bir yerlerde şekillenmiş olmalı!
Atatürkçü devletçilik ekonomi ile özel mülkiyeti ortadan kaldırma çabasıdır
Özel mülkiyet uygarlığın temelidir. Eğer vahşilikten uzak bir insanî yaşam doğru görülüyorsa bu öncelikle özel mülkiyetin varlığı ile sağlanır. Özel mülkiyetin olmadığı yerde birey olmaz, bireyin hayatına sahip olma hakkı olmaz. En sonunda, insanî yaşam olmaz. Devletçiler bunun farkında olmayabilir. Kendilerini bile yok edecek kollektivizmin rüzgârında güzel güzel yaşadıklarını zannediyor olabilirler. Herhalde yok olacakları son anda anlayacaklar bireyin ne demek olduğunu. Olsun bu onlar için erken bile sayılabilir! Onlar için erken olsa bile birey için son derece geç olabilecek o âna getirecek en sert saldırı özel mülkiyetin kaldırılma çabasıdır. Düşünüyorum da en sert saldırılarını en sona saklamıyorlar. Başlangıçta en sert silahlarıyla en sert saldırıyı yapmaya çalışıyorlar. Bireyin yaşama olan bağlılığı olmasa herhalde son noktaya çoktan varmıştık. Son noktayı görmek isteyenlerin bitmek tükenmek bilmeyen arzularının kelimeleşmiş hali de olabilir Atatürkçülüğün devletçiliği.
Bireyin enerjisi devlet için kullanılsın, dünyada ne var ne yok devletin eline geçirilsin, ekonomik varlıklar ve aktiviteler kollektifleştirilip, kamusallaştırılıp devletleştirilsin. Birey en ufak ekonomik adımını atmaktan uzaklaştırılsın. Devlet bireyin “ihtiyaçlarını” belirlesin ve karşılamaya çalışsın… Birey en ufak bir ekonomik eylemde bulunamasın. Onun olan tek bir nesne veya fikir kalmasın. Benim diyebileceği varlıklar devletin eline geçsin. Bu varlıklar devlet eliyle kollektifleştirilsin. Bir zamanlar bireyin olan her şey herkesin olsun. En uç noktası devletin olmaktır zaten. Kendinin insanı değil devletin dişlisi. Herkes için yaşayan herkesin parçası. Herkes için olan devletin tavrı ve düşüncesi devletçilik. Yoksa varlığımızı Türk varlığına armağan mı etsek? Bundan daha devlet sever devletçi bir sözü en âlâ şairler bulabilir miydi bilmiyorum. Fakat bizim militarizme bayılan darbecilerimiz en âlâ şairlerden daha edebî insanlar oldukları için bu cümleyi “yaratabildiler”. Ekonomik eylem yaptırmama, özel mülkiyeti ortadan kaldır… Sonunda zaten özgürlük ortadan kalkar. Sonra adına da Atatürkçülüğün devletçiliği dersin olur biter.
Kültür, sanat ve eğitim ile bireyin zihnini işgal et: Atatürkçülüğün önemli bir silahı
Devletçiliğin bizdeki en önemli temsilcisi Atatürkçülük kendini bireyin zihnine kazımak için sadece ekonomiyi kullanmadı elbette. Atatürk’ün belirlediği yolda çağdaşlaşırken çağdaş kültürle donanan insan – dikkat edin birey diyemiyorum, aslında birey olamayan insanlara başka bir isim vermek gerekli (her halde zamanla kendiliğinden ortaya çıkar veya çoktan çıkmış olabilir) – devletine tapınmayı öğrendi, kolaylıkla. Zihni “kültür ile güzelleşen” insan devletin verdiği kültürle ancak “kültürlü” oldu. Devletin belirlediği kültür öğeleriyle güzelleştirdiği zihninde de nedense her şeyi devletten bekleme ve devlete tapınma vardı. Bugün bile kültür ve sanat sever çoğu sanatçı ve düşünürlerimiz devletsiz yapamıyorlar. Devletleri olmadan neredeyse hareket edemeyecekler. Devletlerine adeta yalvarıyorlar, kendilerini yaşatması için. Bu işler devletsiz olmaz, devlet mutlaka kültür sanatta olmalı diyorlar. Devlet kültür sanatta olsun, somut alanda silahla bireyi zorla yola getirmesin, bir de soyut dünyaların hayalî bilgileri ile bireyi kurgulayıp dursun. Ne kadar çok Atatürk kültür merkezi var değil mi? Taksim’in orta yerine o garip Atatürk kültür merkezi binasını dikerek bireylerin aklına devleti ve devletçiliği kazımaya çalışmadılar mı? Onlara bu da yetmez galiba. Dünyanın da merkezine bir “Cumhuriyet dönemi mimarisi” ile Atatürk kültür merkezi açsınlar. İçinde de yüce Atatürk’ün övüldüğü “operalarda” kültür sanat aşklarını tatmin etsinler.
Atatürkçü devlet ve devletçiliğin kültürünü o kadar özümsemişlerdir ki doğal olarak kültür sanattan da sadece onlar anlar. Çağdaş yaşamlarındaki devletçi sanatlarında devleti öve öve bitiremesinler. Devleti övsünler, devletçiliği kutsasınlar, kollektivizmi birey yok olana kadar gururla göğüslerinde madalya gibi taşısınlar ve Atatürkçü, devletçi sanatçılar paraları da devletten alsınlar. Köle gibi devlete vergi veren bireylerin paralarını. Bireyin umursamadığı sanatı bireye zorla benimsetsinler. Bireyin çıkarlarıyla ters düşen sanatı bireyin parasıyla bireye benimsetsinler. Birey kendi verdiği parayla kendisinin nasıl yok edileceğini “sanatsal faaliyet” yoluyla öğrensin. Bu yolu onlara Atatürk açtı. Sonsuza kadar gidilecek yolu da gösterdi. Çağdaş insanlar olarak ne yapmalarını çok iyi “bildiler”. Daha doğrusu “bildirildiler.” Onlar bildi, devlet onları devlet sanatçısı yaptı. Sosyalistler bile Türkiye’nin devlet sanatçılarına hem şaşırıyor hem gıpta ile bakıyordur. Devlet sanatçıları kültürsüz bireye kültür öğretsin. Kültür bireye kendini yok etmesini emretsin. Herkes kendini devlete ve herkese feda etsin. Sonra hepsinin adına eğitim denilsin. Kültürün ve sanat gibi alanların vardığı en son nokta olarak da eğitim, her yaştan bireyin zihnini devletçilik ile yıkasın. “Toplumdaki” en yüksek otorite olan devlet kutsansın, Türk devletinin dünyadaki tek ve dahi lideri Atatürk, Atatürk ilkeleri ile yaşamanın nedenlerini bireylere anlatsın. Atatürk ve Atatürkçüler bireye en baştan söylemiş: Kendinden vazgeç, kendini devlete teslim et. Gerisini devletçilik halleder.