Aşırılığın siyasi merkezi işgali

Trump’ın başkan seçilmesinin ABD’de ve dünyada yarattığı şaşkınlık yavaş yavaş dağılırken, şokun yerini Trump’ın olası yönetiminden duyulan kaygılar almaya başladı.

Trump’ın zaferinin ne anlama geldiği üzerine düşünüldüğünde, olağan demokratik siyasi kültürde ılımlı sağın yayıldığı siyasi merkezin şimdi aşırılar tarafından “işgal” edildiği değerlendirmesi yapılabilir. Trump’ın kazanması, epey bir zamandır Avrupa’da yükseliş trendine giren aşırı sağın en büyük zaferi sayılmalıdır.

Burada merkezi işgal etmekten kastımız, aşırı sağ söylemlerin yumuşatılmadan ve merkez terbiyesine tabi  tutulmadan, ham haliyle merkezdeki seçmenden destek bulabilmiş olmasıdır. Trump kampanyası boyunca merkez sağa benzemedi; bilâkis merkezi kendine benzetti. Bu yüzden merkeze yürüdü yerine merkezi işgal etti veya merkezi uca çekti demek daha doğru olur.

Şimdi, Trump’ın başkanlığını aşırı sağın merkezi işgalinin bir kanıtı olarak alırsak, sorgulanması ve tartışılması gereken pek çok mesele önümüze kendiliğinden gelmekte.

Bu konuyla ilgili temel sorulardan biri, aşırı sağın yükselişinin sebeplerinin neler olduğu.

Aşırılığın merkezi işgaline yol açan sebeplerden biri, küreselleşme ile birlikte Batı ülkelerinin dünyanın geri kalanındaki sorunlardan uzak ve korunaklı diyarlar olmaktan çıkmaları. Batı başlarda daha çok küreselleşmenin nimetlerinden yararlanırken, sonraları külfetleriyle de karşılaşmaya başladı.

Örneğin dünyanın geri kalanındaki siyasi ve ekonomik  krizlerin (oluşmasında veya içinden çıkılmaz bir hale dönüşmesinde Batılı yönetimlerin de dahlinin bulunduğu krizlerin) terör ve mülteci akını gibi çeşitli sonuçları, geldi Batı kıyılarına da vurdu. Veya, üretim maliyetlerini düşürmek ve/ya başka uygun yatırım koşullarını kovalamak amacıyla üretimin Batı dışına kaymasının yarattığı ülke-içi işsizlik artışı gibi meseleler karşılarına çıktı.

Aşırılığın merkezi işgalinin ikinci bir boyutu, Doğu Blokunun çöküşü ile birlikte pompalanan aşırı iyimser ve çok yüksek beklentiler oluşturan bir söylemin sonunda yarattığı hayal kırıklığı. Sanki artık savaş, açlık, işsizlik veya ekonomik kriz hiç olmayacak; tüm diktatörlükler yıkılacak ve yerlerini mükemmel demokrasiler alacaktı. Öyle ki, tüm ekonomik, siyasi ve sosyal problemler ortadan kalkacakmış gibi bir “umut dalgası” her yerde yükseldi/yükseltildi. Âdeta insanlık tarihin sonuna, iyi bir sona ulaşmıştı!

Beklentiler o kadar yükseltildi ki, karşılaşılan “olağan insanlık” sorunlarının yarattığı çöküntü de çok ağır oldu. Bu ağır çöküntü, kitleleri yüksek beklentilerden derin bir umutsuzluğa doğru sürüklüyor olabilir. Böyle yüksek beklentilerin boşa çıkmasını, en son, demokrasi umuduyla başlayan ama iç savaşlar ve daha ağır diktatörlüklerle sonuçlanan Arap Baharında yaşadık.

Aşırılığın yükselişinde üçüncü büyük sebep olarak, dünya siyasetinin (hem ulusal hem uluslararası düzeyde) modernizm ile post-modernizm arasında sıkışmışlığı, post-modern söylem ile yerleşik modern yapısallık arasında salınması gösterilebilir.

Çeşitli şekillerde ifade edildiği gibi, post-modernizmin söylemi hegemonik hale gelirken, modernizmin yapıları yerli yerinde kaldı. Kimi değişimler yaşanmakla birlikte, bunlar eklektik veya parçalı bir biçimde seyretti. Bir anlamda, post-modernizmin içinde modernizmi yaşamaya devam ediyoruz. Bu durumun yarattığı bir kriz ve sıkışmışlık halinin de aşırılığın yükselişinde etkisi olmuş olmalı.

Aşırılığın merkezi işgalindeki dördüncü sebep, Batı’da siyasetin alternatifsizleşmesi veya siyasetsizleşme olarak tarif edilecek bir sürecin yaşanmış olması. Sosyalizmin ağır yenilgisinin ardından merkez sol ve sağ arasında dişe dokunur bir siyasi farklık kalmadı. Siyasetsizleşme, Mouffe ve Laclau’nın farkettiği ve “radikal demokrasi” ile çare bulmaya çalıştığı bir sorun. Sosyalizmin çöküşü sonrasında Batıda yaşanan bu “kendinden hoşnutluk” hali, söz konusu siyasetsizliğin kronikleşmesini kolaylaştırmış olmalı.

Bu siyasetsizlik önceleri kurumsal siyasete ilgisizlik ve yasal siyasi katılımda düşüş şeklinde kendini gösterirken, sonraları sert ve şiddetli sokak olayları ve gösterilerinde görülen artışla kendini hissettirdi. Dünya artık siyaset yapıyor“muş gibi” yapmaktan usanmışa benziyor.

Merkez sol ve sağ arasındaki bu siyasi farksızlık, fark yaratabilecek bir siyaset arayışı için aşırı sol ve sağdan medet ummaya götürüyor.

Batıdaki aşırılık yükselişinin sadece sağda olmadığının altını çizmek lazım. Sağdaki artış daha hızlı ve dikkat çekici; ancak, Yunanistan’da aşırı sol Syriza ittifakının seçimleri kazanmasını veya İspanya’da aşırı solun oylarındaki artışın yarattığı havayı da hatırlamalıyız. Yükseliş trendi devam ederse, karşı aşırılıkların da güçleneceği öngörülebilir.

Aşırılığın yükselişinin, Avrupa için AB projesindeki ve Amerika için dış politikadaki başarısızlıklar gibi her ülke için geçerli ve daha özel “ilâve” sebeplerinin de bulunduğu söylenebilir.

Açıkçası sebep-sonuç ilişkisini doğrudan göstermenin zorluğu, bu konuda bize geniş bir spekülasyon alanı bırakıyor. Her neyse! Aslında aşırıların ve aşırılıkların, toplumda çeşitli sebeplerle biriken tepkilerin aktığı duygusal ve sembolik, ama aynı zamanda tehlikeli kanallar olmak dışında sundukları pek bir şey yok.

Aşırı sol, işe yaramadığı kanıtlanmış arkaik ekonomik politikaları ve ekonomik eşitlik ideali üzerine işlenip denendiği her yerde birer cehenneme dönmüş “yeryüzü cenneti” hülyasını, bezgin insanlara gelecek diye pazarlıyor. Aşırı sağ ise  başarısızlıkların veya tatminsizliklerin sorumluluğunun yükleneceği uygun günah keçileri olarak görülen kesimlere karşı yöneltilmiş düşmanlığı, öfkeli insanlara milli onur diye pazarlıyor.

Bunu hafife almıyorum; bilâkis, nereye savrulacağı ve ne biçim alacağı belli olmayan amorf bir reaksiyon olarak fazlasıyla ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum.

Siyasetsizliğe çare olarak, düşmanlık üzerinden inşa edilen ve bir varlık-yokluk savaşı olarak görülen saldırgan siyasetin, etkin ve fark yaratan demokratik siyaset yerine kalıcı olarak ikame edilmesi riski var.

Saldırgan siyaset, sağdan veya soldan, her zaman ve her yerde, yıkıcı ve kalıcı hasar bırakır. Karlı bir zirveye düşen küçük bir kartopu gibi, bir kere yuvarlanmaya başladıktan sonra, vaktinde durdurmak için çok geç kalınmış olabilir.

Ortaya çıkan bu tabloda, keyfini kaçırmayı göze alamadığı için çözüm üretemeyen, sadece alışıldık ve güvenli görülen alanda siyasi eylemi çevirmekle yetinen konformist ve oportünist siyasi aktörlerin tabii vebali var. Onların yanısıra, (kendi politik paradigmaları gereği) hakiki siyasi çatışmalar ortadan kalkmış ve nihai politik doğrulara ulaşılmış  gibi davranan, hakiki gerilimleri politik doğruculuk ile baskılayan entellektüel çevrelerin de büyük vebali var.

En çok da özgürlük, demokrasi, birarada yaşama, hoşgörü, serbest piyasa ve insan hakları gibi değerleri kendi amaçlarına kurban ederek kötülüğü ve çıkarı perdelemek için kullananların vebali var. Bu değerler işe yaramadıkları için değil, araçsallaştırılarak itibarsızlaştırıldıkları için gittikçe gözden düşmekte. Böylece ılımlılığın zemini ağır hasar alıyor.

Sebepleri her ne olursa olsun, bugünlerde rehber olarak ılımlığa kimsenin pek tahammülü kalmamış gibi görünüyor.

Serbestiyet, 23.11.2016

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et