‘Türkiye’de anayasa değişikliği yapılması gerekli midir?’ sorusuna çok az sayıda kişinin ‘hayır’ cevabı vereceği kanaatindeyim. Bunu, siyasî parti liderlerinin ve partilerin önde gelenlerinin sözlerine, sivil toplum kuruluşlarının beyanlarına, gazetelere yansıyan kamuoyu araştırmalarının sonuçlarına dayanarak söylüyorum. Yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu veya mevcut anayasanın ciddi biçimde tadil edilmesinin lazım geldiği üzerinde yaygın bir toplumsal mutabakat var; ama, iş değişikliğin hangi istikamette olması gerektiğine gelince fikirler farklılaşıyor.
Her türlü şüpheden uzak olan gerçek, Türkiye’nin anayasal yönetim geleneğinin genel ilke ve standartlarına uygun bir siyasî–hukukî yapılanmaya ve dolayısıyla demokratik bir anayasaya kavuşturulmasının şart olduğu. Bu, bilinçli bir çabayı gerektiriyor, zira, bir anayasaya sahip olmak, bunu otomatikman sağlamaya yetmiyor. Yetseydi, anayasası olan her ülkenin anayasal yönetim geleneğine bağlı olması gerekirdi. Oysa, biliyoruz ki, dünya siyasî coğrafyasında, anayasal yönetim çizgisindeki ülkelerin sayısı anayasası olan ülkelerin sayısından az.
Anayasal yönetim geleneğinin özü, devlet (siyasetçilerin ve bürokratların) iktidarının sınırlanması ve kurallara bağlanmasıdır. Devlet iktidarı niçin sınırlı olmalıdır? Sınırsız olsa ve erdemli ve yüksek vasıflı iktidar sahipleri tüm toplumun iyiliğini ve refahını sağlamak için ne gerekiyorsa yapsa daha iyi olmaz mı? İktidar sahipleri genellikle böyle düşünürler ve yetkilerinin azlığından şikâyetçi olurlar. Toplumda birçok kişi ve kesim de doğru kişilerin elinde toplanmış sınırsız iktidarın toplum için iyi olduğunu zanneder. Ancak insanî tecrübe sınırsız iktidarın toplumlara iyilik değil kötülük getirdiğini gösteren örneklerle doludur. Aklî muhakeme de iktidarın sınırlı olması gerektiğini kolayca kanıtlamaktadır. Anayasal yönetim geleneği bu aklî ve tecrübî birikimin bir neticesidir.
İktidarı kim veya ne sınırlayacaktır? Evrensel hakikati keşfettiğine inanan bir ideoloji mi; sonraki nesillerin akıl ve mantık kullanmasına ihtiyaç bırakmayacak ilke ve öğretiler geliştirdiğine inanılan bir filozof veya siyasetçi mi; bilimsel veya çağdaş olduğuna inanılan bir yaşama biçimi mi? Hiçbiri. Bunların hiçbiri iktidarı sınırlandırmaz, sınırlandıramaz; tersini yapar, onu mutlaklaştırır, azdırır ve azgınlaştırır. İktidarı sınırlayacak olan, birey hak ve özgürlükleridir. Başka bir deyişle, anayasal yönetim geleneğinin özü, devlet iktidarının birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırılmasıdır. Anayasa kendi başına bir amaç değil, bu amacın bir aracıdır. İnsanların siyasal itaat yükümlülüğünün altına girmeyi kabullenmesi, yani devletin kendisi üzerindeki iktidarına rıza göstermesi, buna bağlıdır. Bu yüzden, anayasal yönetimin iki ana unsuru hak ve özgürlüklerin korunması ve temsilî yönetimdir.
1982 Anayasası, anayasal yönetim geleneğinin temel ilke ve değerleri açısından tatminkâr bir metin olmaktan uzaktır. Daha da kesin söylemek gerekirse, bu anayasayı kelimenin gerçek anlamında anayasa olarak nitelendirmek bile zordur; çünkü, yapılış biçiminden muhtevasına, onu meşruiyet zemininden uzaklaştıran hastalıklarla maluldür. Zorba bir yönetimin hileli yöntemleriyle varlık alanına girmiştir. Yansıttığı ideolojik duruşun demokrasiyle bağdaştırılması imkânsızdır. İnsan hak ve özgürlüklerinin devleti sınırlandırmasını değil, hak ve özgürlüklerin devlet iktidarı lehine sınırlanmasını veya kullanılamaz hâle getirilmesini esas almaktadır. On beş defa değiştirilmesine rağmen ıslah edilememiş, demokrasinin içine sığdırılabileceği bir anayasa hâline getirilememiştir. Bu yüzden, bu anayasanın insan hak ve özgürlüklerini merkeze alan, anayasal yönetim geleneğine lafzen ve ruhen uygun bir metinle değiştirilmesi acil ihtiyaçtır.
1982 Anayasası’nın daha seyrek dile getirilen ancak çok önemli bir başka menfî özelliği daha vardır. O da demokratik iktidar alanını bürokratik iktidar alan lehine hem daraltması hem parçalamasıdır. Siyasetçi–bürokrat gerilimi ve çekişmesi, her ülkede karşımıza çıkan bir olgudur; ama, Türkiye’deki durum eşsizdir, benzersizdir. Türkiye’de iki iktidar alanı vardır. Birincisi demokratik siyasetin yaşadığı ve iktidar sahiplerini belirlediği alandır. İkincisi kendi kendine meşruluk atfeden ve demokrasiden bağımsız olarak kendini yeniden üreten bürokratik iktidar alanıdır. Bizde bürokratik iktidar alanı, demokratik iktidar alanını kuşatmıştır. Demokratik iktidara ait olması gereken kimi yetkileri eline geçirmiş ve kendisi için ayrıcalıklı bir anayasal–yasal konum inşa etmiştir. Bu gerçek özellikle silahlı bürokrasiyle yargı bürokrasisinin yapılanmasında, söyleminde kendisini dışa vurmaktadır. Ülkede pek çok insan durumun farkında değildir. Ancak olağanüstü dönemlerde ve seçilmişlerin üstünlüğüne inanan ve iktidarını kullanmak isteyen politikacılar ve gerçekleri halktan gizleme çemberini yaran yayın organları var olduğu zaman fark edilmektedir. Son anayasa tartışmalarını bu çerçevede görmek gerekir. Bürokrasinin gayri meşru iktidar alanını savunmak zor olduğu için, konunun hiç gündeme gelmemesi ve bürokratik tahakkümün sessizce sürdürülmesi tercih edilmektedir. Ancak bugünlerde olduğu gibi, bazen olguları gizlemek imkânsızlaşmakta ve gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır.
Yargı bağımsızlığı kavramı üzerinden yürütülmek istenen mevzi koruma savaşı bu hakikati gizleyemez. Türkiye’de yargının, yürütmenin ve yasamanın kuşatması altına girmesi potansiyel tehlikesinden ziyade yargının yürütme ve yasamayı hukuk ve demokrasi dışı şekilde sınırlaması fiilî problemi söz konusudur. Yüksek yargının hem yargının diğer parçalarından hem de demokratik siyaset ve siyasetçilerden gayri memnun olmasının nedeni budur. Yüksek yargıda ideolojik bir kast sistemi kurulmuştur. Sözcülerinin zihniyetleri ve söylemleri hep aynıdır ve halkın iradesinin ve taleplerinin kendi irade ve talepleri adına reddedilmesini istemektedir. Yüksek yargıda büyük bir toplumsal ve demokratik meşruiyet eksikliği göze çarpmaktadır. ‘Türk milleti’ adına karar veren yargıyı Türk milleti nasıl denetleyecektir? Hata yaptığında nasıl hesap soracaktır? Yüksek yargının bu sorulara makul, inandırıcı, dürüst cevaplar vermesi gerekir.
Hükümetin anayasayı değiştirme teşebbüsünün liberal demokrasi teorisi açısından hem meşru hem de gerekli olduğu açıktır. İdeal olan, anayasanın toptan yenilenmesidir. Bu mümkün olamıyorsa, bürokratik tahakküm yapılanmasına neşter atarak bürokratik iktidar alanını demokrasi lehine daraltma ve böylece müstakbel yeni reformların önünü açma yoluna gidilmelidir. Yani, anayasa değişikliğinin dayanması gereken felsefe ve gidilecek istikamet bellidir: Birey hak ve özgürlüklerini daha kuvvetli korumak ve demokratik siyasetin sahasını bürokratik iktidar aleyhine genişletmek.
*İlk olarak 2 Nisan 2010’da yayınlamıştır.