Anayasa değişikliği ve bürokratik vesayetle mücadele – Salih Zeki Haklı

Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ni teklif eden anayasa değişikliğine dair kanunun genel gerekçesinde yapılmak istenen değişimin siyaseti güçlendirmek ve bürokrasinin millî irade üzerinde kurduğu vesayeti ortadan kaldırmak olduğu belirtiliyor. Türkiye’nin hükümet sistemini değiştirmeyi amaçlayan bu değişikliğin genel gerekçesinde önemle vurgulanan bürokratik vesayet Türk siyasî hayatı açısından ne anlama gelmektedir? Bürokratik vesayet, Türkiye’de böyle bir sistem değişikliğini gerektirecek kadar problemli bir alanı mı içermektedir? Bürokratik vesayet dediğimizde nasıl bir zihniyet yapısından ve hangi faaliyetlerden bahsedilmektedir?

Bu soruların cevabını bulabilmek için öncelikle siyasî iktidar ve bürokrasi arasındaki ilişkinin ne olduğunun anlaşılması önem taşımakta. Günümüzde devlet konusunda birbirinden farklı tanımlar yapılıyor olsa da 1933 senesinde kabul edilen Montevideo Sözleşmesi’nde devletin yasal tanımını sağlayacak birtakım unsurlar kabul edilmiştir. Buna göre hukuken bir devletin var olabilmesi için “sürekli bir nüfusa, belirlenmiş bir toprak parçasına, diğer devletlerle ilişki kurabilme yeterliliğine (egemenlik) ve siyasî iktidara (hükümet)” sahip olması gerekmektedir.

Siyaset bilimi açısından siyasî iktidarın yani hükümetin en önemli görevi devletin siyasî kararlarını belirlemek, bunları icra etmek ve bu kararlara uyulmasını sağlamaktır. Siyasî iktidarlar aldıkları kararları ise emirleri altındaki bürokrasi aracılığıyla uygulamaktadırlar. Belirlenen siyasî kararlara uyması beklenen esas tarafın halk olmasına karşın, aynı beklenti bürokrasiyi de içermektedir. Nitekim siyasî iktidarın faaliyetlerinin düzenli ve sağlıklı şekilde işleyebilmesi için bürokrasinin iyi örgütlenmesi, görev ve sorumluluklarını yerine getirecek nitelikte olması, siyasî iktidarın emirlerine uyması ve denetimine tabi bulunması önem taşımaktadır.

Bürokrasi yasal olarak siyasî iktidarın astı konumunda olmasına ve şeklen tarafsız bir pozisyonda bulunmasına karşın, siyaset süreci üzerindeki etkisinin bütün devletlerde oldukça fazla olduğu bilinmektedir. Nitekim idarî işleri yürütmek, siyasî tavsiyelerde bulunmak, siyasî ve ekonomik çıkarları dile getirmek ve siyasî istikrarı sürdürmek gibi temel vazifeleri yerine getirmek suretiyle siyaset üzerindeki etkisi ister istemez meydana gelmektedir. Bürokrasilerin bu denli geniş yetkilerinin olması ve siyaset üzerindeki etkileri dikkate alındığında, demokratik sistemin devamlılığı açısından bürokratik gücün siyasî iktidar tarafından kontrol edilmesi zarureti ortaya çıkmaktadır. Bilhassa bu kontrolün güvenlik politikaları gibi özel uzmanlık içeren meselelerde sağlanması çok daha zor olmakla birlikte demokratik devletlerin bu hususta daha titiz davrandıkları da bilinmektedir. Demokratik ülkelerde siyasî iktidarların siyasî ve idarî konularda son sözü söylemesi ve devletin tatbik edeceği güvenlik stratejilerini belirlemesi seçilmişlerin (siyasî iktidar) atanmışlara (bürokrasi) olan üstünlüğünü korumada hayatî bir önemi bulunmaktadır.

Görüleceği üzere sağlıklı bir demokratik siyasal sistemin oluşabilmesi ve sürdürülebilmesi için bürokrasinin siyasî iktidarın emirlerine uyması ve halk adına onun denetimine tabi olması gerekmektedir. Türk siyasî hayatının son iki yüzyıllık geçmişine bakıldığında ise Türkiye’de siyasî iktidar ile bürokrasi arasındaki ilişkinin bu normatif çerçevenin oldukça dışında oluştuğu ve geliştiği görülmektedir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu dönemle birlikte bu bürokratik yapı siyasî iktidar ve toplum üzerinde büyük bir hakimiyet kurmayı başarmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında hızla gerçekleştirilen devrimler ve politikalar kurucu kadronun yer aldığı Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) aracılığıyla gerçekleştirilmiş olsa da CHF bu değişim sürecinde topluma dayanmak yerine Osmanlı’dan intikal eden ve gücünü muhafaza eden bürokrasi üzerinden siyasî gücünü tesis etmeyi tercih etmiştir.

Nitekim Türkiye’deki tek parti dönemini anlatan romanlar incelendiğinde değişimi sahiplenen ve rejimin ilkelerini yurdun her bölgesine ulaştırmaya çalışan yapının bürokrasi olduğu açıkça görülmektedir. Kendilerini toplumu aydınlatacak ve eski düzene ait her türlü alışkanlıktan kurtaracak kişiler olarak gören genç subaylar, kaymakamlar, öğretmenler ve doktorlar oluşturulmak istenen yeni hayat tarzının ve devletin gelecek tasavvurunun Anadolu’daki temsilcileri olarak resmedilmiştir.  Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin ve Şükûfe Nihal başta olmak üzere dönemin birçok romancısı tarafından tasvir edilen bu karakterler hem rejimin dayandığı bürokrat sınıfın hikâyesini hem de yeni bürokratik cemaatin topluma benimsetmeye çalıştığı yeni anlayışın temel özelliklerini anlatır niteliktedir.

Tepeden inme bir modernleşme projesini esas alan bu yeni bürokratik elit, Osmanlı Devletinden güçlü bir devlet anlayışı buna karşın oldukça zayıf bir toplumsal yapı devraldığına inanmıştır. Zaman içerisinde önyargıdan taassuba dönüşen bu kabul insanların devlet yönetimi ve kendi hayatları hakkında doğru karar verebilecek zihnî ve ahlâkî yeterlilikten aciz oldukları inancını da beraberinde getirmiştir. Bu bakımdan toplumun sosyal açıdan yetersizliğinden hareket eden bu bürokratik anlayış, değişim ve dönüşümün toplumun rızası aranmaksızın gerçekleştirilmesi gerektiği düşüncesinden hareket etmiştir. Nitekim Türkiye’de yeni bürokrasinin cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren demokrasiye ve halk iradesine olan mesafesinin temelinde de bu kabul yer almıştır.

Topluma yönelik bu şüpheci ve kaygılı yaklaşım, Türkiye’de bürokrasinin kendi kabul ettiği doğruların toplum tarafından da istisnasız kabul edilmesi beklentisini beraberinde getirmiştir. Yine bu anlayıştan hareketle devletin güçlenmesi, modernleşmesi ve kalkınması için hangi görüşten olursa olsun bütün siyasîlerin yapması gerekenler ve hangi inancı veya dünya görüşünü benimsemiş olursa olsun halkın benimsemesi gereken hayat tarzı da bu yeni anlayışa dayandırılmaya çalışılmıştır. Böylelikle çok partili yıllarda kendisini daha da çok gösteren “hükümet politikası” ve “devlet politikası” adı verilen ve ikincisinin ilkine her daim üstün tutulduğu bir ayrım ortaya çıkmıştır.

Nitekim Demokrat Parti’nin (DP) 1946 senesindeki seçim çalışmaları sırasında en çok şikâyet ettiği hususların başında CHP ile rekabet etmek değil, bürokrasinin müdahaleleri ve engellemeleriyle uğraşmak gelmiştir.  Bürokrasinin bu dönemde ne kadar etkili ve güçlü olduğunu gösteren belki de en önemli husus DP’nin bürokrasiyle uzlaşamadan adil seçimlerin olamayacağını ve iktidara gelemeyeceğini kabul etmiş olmasıdır. DP, 1950 yılındaki seçimleri kazanmak ve iktidara gelebilmek için bürokrasiye birtakım teminatlar vermesi gerektiğini kısa süre zarfında anlamıştır.

1950 yılında başlayan ve 10 yıl süren DP dönemi siyasî iktidarın bürokrasiyi kısmen de olsa frenlediği ve kontrol altında tutabildiği bir zamana karşılık gelmiştir. Fakat bu sürecin sonunda gerçekleşen 27 Mayıs darbesi bürokratik gücün tahkim edilmesini sağlamayı başarmıştır. Nitekim darbe sonrası hazırlanan yeni anayasaya bakıldığında demokratik yollarla seçilen siyasî iktidarlara yönelik büyük bir güvensizliğin yer aldığı ve bürokrasinin mükemmeliyetçiliği esas alan bir idarî anlayışı benimsediği görülmektedir. Bu bağlamda, 1960 darbesi sonrası TBMM’nin ikili yapıya dönüştürülmesi ve seçilmiş parlamenterlerin yanı sıra atanmış senatörlerin getirilmesi bunun ilk örnekleri arasında yer almaktadır. Ayrıca sivil siyasetin kontrol edilmesi açısından Anayasa Mahkemesinin ve Mili Güvenlik Kurulu’nun ihdas edilmesi, ekonomik planlama işini hükümetlerin elinden alarak bürokratlara devreden DPT’nin kurulması ve ordunun askerî gücünün yanı sıra personeline tanınan hak ve yetkilerin tanınması gibi hususlar bürokrasinin gücünü tahkim etmesi açısından oldukça büyük önem arz etmiştir.

Türkiye’de bürokrasinin geçmişten günümüze değin kendisini toplum ve siyaset üstünde görmesine karşın Türk toplumunun her demokratik fırsatta bu zihniyetle hesaplaşan siyasî yapılara destek verdiği görülmektedir. Bunun izleri Türkiye’nin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan günümüzde iktidarda bulunan AK Parti’ye kadar sürülebilir. Bu manada bürokratik seçkinlerin iddia ettikleri üzere toplumun demokratik bilinçten yoksun olduklarını da söylemek hakkaniyetli bir yaklaşım değildir. 16 Nisan günü halkoyuna sunulacak olan anayasa değişikliğinin bürokratik vesayet kavramı üzerinden anlatılmasının yukarıda anlatılan tarihsel süreç açısından ne denli önemli olduğu aşikârdır. Bu bürokratik anlayışın siyasî iktidarların demokratik açıdan güçlü olduğu dönemlerde geriletildiği ve toplumsal taleplerin yönetim katında daha çok karşılık bulduğu görülmektedir. Bu nedenle 16 Nisan günü oylanacak olan en önemli hususlardan birisinin de bürokrasi ve toplum arasındaki ilişkinin gelecekte nasıl kurulmasını istediğimiz oluşturmaktadır.

Bu Yazıyı Paylaşın

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et