Hrant Dink’in, ölümünden bir yıl kadar önce kaleme aldığı şu satırları, bence Türkiye’deki “ulusalcı” hareketin gerçek niteliğini ortaya koyan mükemmel bir analiz niteliğinde:
“Son zamanlarda özellikle de suni olarak yaratılmaya çalışılan, artan bir milliyetçilik var ve bu çok derin bir noktadan manipüle edilebiliyor. Derin devlet diye bir kavramdan bahsediyoruz. Ve bunu çok somut, çok teknik, çok net tanımlamalarla izah edemiyoruz. Ama hepimiz seziyoruz, var bir şey ve arada bir su yüzüne çıkıyor. O zaman da etraf milliyetçilik kaynıyor. Ama dünya şartları, artık o derinliğin su yüzüne çok da istediği gibi çıkamayacağı bir durum arz ediyor. Derin devlet kendi çıkamayınca su yüzüne, bu sefer toplumu kendi derinliğine çekiyor. Ve kendi yanında derin bir toplum yaratıyor. Benim bugün sezdiğim, gittikçe derinleşen bir toplum. Bu çok tehlikeli bir şey.” (Tûba Çandar’ın Hrant adlı kitabından, s. 541.)
Bu satırlar bize, Türkiye’nin son 15-20 yılının en önemli politik hareketlerinden biri olan ulusalcılığın, devlet mekanizmasının en gerici unsurlarının eğilimlerinden, arzularından ve eylemlerinden bağımsız olarak düşünülemeyeceğini söylüyor.
Hrant Dink’in, “O derinliğin su yüzüne çok da istediği gibi çıkamayacağı bir durum arz ediyor” dediği “dünya şartları”nın kabaca Soğuk Savaş’ın bitişiyle başladığını söyleyebiliriz (1990’ların başı).
Uğur Mumcu’nun cenaze töreni
Hrant Dink’in vardığı sonuca, Türkiye’deki darbelerin ve darbe planlarının tarihsel bir karşılaştırmasını yaparak da varabiliriz. Gerçekten de Soğuk Savaş döneminin kapanmasıyla birlikte, “derin devletin su yüzüne çıkması” demek olan klasik-kaba darbecilik dönemi bitmiş, “post-modern” tarzda yeni tipte bir darbecilik peydahlanmıştır. Bu tarz darbeciliğin en ayırıcı özelliği ise, mesaisinin önemli bir bölümünü halkın hatırı sayılır bir parçasının desteğini almak amacıyla harcamasıdır. Oysa eskiden darbeciler hiç böyle bir şeye ihtiyaç duymaz, hatta bunu “zül” addeder, yapacağını sadece kendi gövdesini kullanarak yaparlardı.
Darbecilerin bu yöndeki halkla ilişkiler faaliyetinin, Uğur Mumcu’nun 1993’teki cenaze töreniyle başladığını düşünebiliriz. Cenaze törenindeki hava, kortejde halkla birlikte yürüyen askerlere, “maya”nın tutabileceğine dair bir umut vermiş olmalı ki, o tarihten itibaren “artık silahsız kuvvetlerin de taşın altına elini sokması gerektiğine” dair çağrıların birbirini izlediğini görüyoruz.
Gerçekten de tuttu maya… Ülkenin “irticaın karanlığına sürüklendiği”ne, “Kemalist bağımsızlık ilkesinin kapı dışarı edilip ülkenin satıldığına” dair propaganda, üzerine korku sosu eklenerek öyle bir servis edildi ki, bir süre sonra “darbeye razıyım, yeter ki irtica gelmesin” diyen devasa bir kitle oluştu.
Bu kitlenin ortaya çıkışı, ilk bakışta bütünüyle toplumun kendi iç tartışmasından kaynaklanıyormuş gibi dursa da, Hrant Dink’in isabetle tesbit ettiği gibi gerçekte durum böyle değildi. Gerçek şuydu ki, bu, epeyce manipüle edilmiş bir toplumsal durumdu ve mimarı, artık sadece kendi gücüne güvenerek darbe yapamayacağını anlayan devlet içindeki kimi güçlerdi.
“Sivil toplum örgütlerinin yeniden yapılandırılması”
Zaman içinde bunun gün yüzüne çıkabilen kanıtlarını da gördük. İlk belirtilerin ortaya çıktığı 28 Şubat artık epeyce geride kaldı, o nedenle onu geçelim… Fakat 2003-2004’teki darbe girişimlerinin “sivil toplum örgütleri”ne yönelik ilgisi ve çalışması üzerinde biraz durup, “istediği gibi su yüzüne çıkamayan derin devletin, toplumu kendi derinliklerine çekme” konusundaki kararlılığına biraz daha yakından bakmamız gerekiyor.
Davası 16 aralıkta başlayacak olan Balyoz Darbe Planı’yla ilgili olarak geçtiğimiz günlerde basına yansıyan bir haberle başlayalım… Sabah gazetesinin manşetten duyurduğu, ardından başka gazetelerin de verdiği habere göre, semineri Genelkurmay adına izleyen subayların Genelkurmay’a sunduğu raporda, seminerde karara bağlanan hususlardan birinin de “sivil toplum örgütlerinin yeniden yapılandırılması” olduğu belirtiliyordu. Raporda yer alan “milli mutabakat hükümetinin kurulması” gibi çok önemli maddeler nedeniyle, “sivil toplum” maddesi öne çıkmadı ve tartışılmadı. Oysa o da önemliydi. Düşünün, katılımcılarının tamamının asker olduğu bir heyet, “sivil toplum örgütlerinin yeniden yapılandırılması” yönünde karar alıyordu. Oysa “modern” darbeler döneminde, hiçbir şekilde güvenilemeyecek “sivil” unsurlarla uğraşmak, onları “yapılandırmaya” çalışmak kimsenin aklına gelmezdi, vakit israfı sayılırdı. O “sivil”lerden sadece “susmaları” beklenirdi ve elhak, onlar da susardı.
Sanıklara göre “Balyoz Semineri”nden (5-7 Mart 2003), savcılara göre ise “Balyoz Darbe Planı”ndan 1,5 yıl sonrasının (Eylül, 2004) tarihini taşıyan bir başka “sivil toplum” belgesini de Nokta dergisi yayımlamıştı. Hatırlayacaksınız, derginin önce basılmasına sonra da kapatılmasına neden olan bu raporda da “işbirliği yapılabilecek sivil toplum örgütleri”nin belirlenmesi için Genelkurmay tarafından yürütülen çalışmalar anlatılıyordu.
Bir de malum, “internet andıcı” meselemiz var. Türkiye’nin son yedi sekiz yılında faaliyet gösteren “vatansever, ulusalcı” sitelerin önemli bir bölümünün Genelkurmay tarafından kurulduğunu ve bu işin sorumlusu orgeneralin son şûrada terfi ettirilmeyip emekliye sevk edildiğini biliyoruz. Önümüzdeki dönemde bu dava da görülecek.
Asker gazetecileri WikiLeaks’te görecek miyiz?
Derin devletin toplumu “kendi derinliklerine” çekmek için yürüttüğü devâsâ propagandanın medyasız yürütülemeyeceği açık. Zaten ortaya çıkan bütün darbe planlarında medyasız darbenin yapılamayacağına dair bir kabul var.
Böylece geldik, darbeye zemin hazırlamak üzere kotarılan kışkırtıcı “ulusalcı” propagandada dönemin gazetecilerinin nasıl bir rol oynadığı meselesine…
Ben, ileride, WikiLeaks belgelerinde bu sorunun cevabını bulacağımızı düşünüyorum. Bu gazetecilerin, diplomat kriptolarının hiçbir zaman sızmayacağı güveniyle, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne duydukları nefreti bütün açıklığıyla ABD’li diplomatlara kustuklarına ve bu uğurda kendileriyle işbirliğine hazır olduklarını hissettirdiklerine neredeyse eminim. Aslına bakarsanız, bunlar, tıpkı önceki belgeler gibi “biz bunları biliyorduk, aramızda konuşuyorduk zaten” duygusu uyandıracak belgeler olacak. Çünkü bu türden “gazeteci” faaliyetlerini biz kısmen gazetelerinde yazdıkları yazılardan dahi çıkartabiliyorduk.
Ben, dün olduğu gibi bugün de ulusalcılığın ABD düşmanlığının bir “kabuk”tan ibaret olduğunu, onların asıl dertleri olan demokrasisiz bir laikliğe “evet” diyecek bir ABD’nin başlarının üstünde yerinin olacağını düşünüyorum. Çıkacak belgelerin bunu da, üstelik “vıcık vıcık” bir üslupla ortaya koyacağı kanaatini taşıyorum.
Neden böyle düşündüğümü, “Tehlikenin farkında mısınız” sloganıyla o dönemde ulusalcı hararete büyük bir ivme kazandıran Cumhuriyet gazetesinin bir yandan da ABD ile nasıl bir flört içinde olduğunu göstererek önümüzdeki yazıda izah etmeye çalışacağım…
Taraf, 07.12.2010