Mavi Marmara’nın kahraman yolcularından biri, gazeteci dostum Hakan Albayrak idi. Ve Albayrak, İsrail saldırısına uğramadan 12 saat önce Akdeniz açıklarında yazdığı Yeni Şafak yazısında şöyle diyordu:
“Yarın ve sonraki günlerde başımıza nelerin geleceğini bilmiyorum. Ama yeni bir dünyanın şekillenmekte olduğunu ve ‘Gazze’ye Özgürlük Filosu’nun bu sürece önemli bir katkı teşkil ettiğini, Cenâb-ı Hakk’ın bizi büyük bir devrimde enstrüman olarak kullandığını iliklerime kadar hissediyorum .”
Bir başka gazeteci dostum Eyüp Can ise saldırının ertesi günü kaleme aldığı yazısında bu “enstrüman olma” hissiyatını eleştirdi. Hürriyet’teki köşesinde şöyle dedi:
“His bu, elbette herkes istediği gibi hisseder… Ama inanç-ülke-ideoloji ya da ‘büyük bir devrim’ adına insanları enstrümanlaştıran anlayışların geçmişte ne büyük felaketlere yol açtığını gördük. Hiçbir kutsal dava ya da devrim insandan daha kutsal değil. ”
Fakat bence bu eleştiride iki farklı şey birbirine karışmıştı: Bir insanın kendi özgür iradesiyle kendini “enstrüman” haline getirmesiyle, bunun ona bir inanç, ülke ya da ideoloji tarafından zorla yaptırılması.
Bunlardan ikincisinin çok kötü bir şey olduğu konusunda Eyüp Can’la hemfikirim. Gerçekten de insanları kendi kollektif hedefleri açısından kullanılabilir ve hatta harcanabilir “araçlar” haline getiren her türlü doktrin ve sistem, korkunçtur.
Bu hedef ister “büyük proleterya devrimi”, ister “ilelebet payidar kalacak bilmemne cumhuriyeti” isterse de “ümmetin şanlı kıyamı” olsun, fark etmez. Her durumda da birileri, “arkadaş, biz seni bu önemli iş için enstrümanlaştıracağız, tepe tepe kullanacağız” diyerek özgürlüğünüze saldırmış olur.
Sizi “yaşken eğmek” için “zorunlu eğitim sistemleri” ve benzeri toplu endoktrinasyon mekanizmaları kurduklarında da durum aynıdır. Sonuçta bir takım adamlar kendi kafalarına göre bir “dava” belirlemiş ve sizi buna zorla eklemlemeye karar vermiştir.
Ama bunlar ayrı, bir insanın kendi hür iradesiyle bir “kutsal dava” benimsemesi ve onun için kendini tehlikenin önüne atması ayrıdır.
İlki özgürlüğe karşı bir saldırı iken, ikincisi özgürlüğün kullanımıdır.
Yanlış yorumlanmış bir “liberalizm” adına bu ikincisine karşı çıkanlar ise, sadece liberalizmin temel değeri olan özgürlüğü daraltmış olmazlar.
Aynı zamanda insanoğlunun “yüce bir dava için kendini feda etme” erdemini küçümsemiş olurlar.
Oysa tarihteki nice destan bu erdem sayesinde yazılmıştır. İlk Müslümanlar, kendilerine kızgın taşlarla işkence eden putperestlere karşı bu ruhla “Allah bir” diye haykırmıştır. İlk Hıristiyanlar kendilerini aslanların önüne atan Romalı barbarlara karşı aynı ruhla direnmiştir.
Eğer bu “yüce bir dava için kendini feda etme” ruhu olmasaydı, herkes “hiçbir şey benim canımdan daha kutsal değildir” deseydi, bu dünyada ne Mahatma Gandhi olurdu, ne Martin Luther King, ne de Rachel Corrie.
Ne de “Gazze’yi kurtarmak” için ölümün önüne atlayan dokuz şehid ve onlarca gazi.
Bakın, Başkan Obama dahi gece uyumadan önce şöyle dua ediyormuş:
“İsa adına günahlarımın bağışlanmasını, ailemin korunmasını ve Tanrı’nın dileğinin bir enstrümanı olabilmeyi diliyorum.” (Beliefnet, “Barack Obama: Praying to Be An Instrument of God’s Will”)
Bu “Allah’ın enstrümanı olma” duygusu, şiddet ve zulümle değil de barış ve iyilikle ifade bulduktan sonra, sadece meşru değil aynı zamanda saygıdeğerdir.
Gazzeli mazlumların yardımına koşanlara da analarının ak sütü gibi helaldir.
Star, 09.06.2010