Bundan on beş yıl önce Susurluk’ta meydana gelen “kamyon kazası” üzerine hepimiz umuda kapılmıştık.
Kim bilir, belki de bu kötü kazayla, Türkiye’de bir glasnost başlayabilirdi. Bu kaza devletin çeteleşmesinde dibe vurduğumuz nokta olabilir; bütün kirli çamaşırlar birer birer ortaya çıktıktan sonra elbirliğiyle şöyle güzel bir bahar temizliğine girişebilirdik.
Ama kısa bir süre içinde yaşayarak anladık ki, Susurluk aydınlanmayacak ve bu devlet, çeteleriyle birlikte daha uzun süre tepemizde kalacak…
Peki neden aydınlanamadı Susurluk? Neden böyle bir fırsat güme gitti? Bunun tek bir değil birçok sebebi vardı.
O zamanki Meclis’in iki milletvekilinin dokunulmazlığını bir türlü kaldıramamasıyla başladı güme gitme işaretleri. Mesut Yılmaz ve diğer muhalefet partilerinin, Susurluk Olayı’nı Tansu Çiller’e kilitleyip onu yok etmenin aracı haline getirdikleri zaman biraz daha güme gitti. Işık söndürme eylemi birdenbire hedefinden sapıp Refahyol’u düşürme eylemi haline dönüştüğünde umutlarımız iyice tükenmişti. Koskoca yargı, Veli Küçük’ü huzuruna getirmeyi beceremeyince aydınlanmanın hayal olduğunu bir kez daha anladık. İbrahim Şahin ve arkadaşlarının alınlarında kurban kanlarıyla ve “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganlarıyla birer kahraman gibi hapisten çıkmalarıyla bir kez daha yıkıldık.
Ve tabii, “Derin Devlet’in kara kutusu” denilen o kişi, 1997 yılı Aralık ayında Meclis kürsüsüne çıkıp o ünlü ideolojik savunmasını yaptığı zaman daha iyi anladık ki, Susurluk Davası’nda asıl yargılanması gereken bir zihniyetti. Bu zihniyet yargılanmadan tek tek kişileri yargılamamız mümkün değildi.
Mehmet Ağar’ın Meclis kürsüsünde kendisine yöneltilen somut suçlamaların hiçbirine değinmeden; söze Osmanlı’dan girip, Lale Devri’nden, Islahat Fermanı’na oradan İkinci Meşrutiyet’e, Çanakkale’ye, Cumhuriyet’e ve bugünlere getirdiği o savunmanın ana fikri tek cümleyle şuydu: “Devletin yüksek menfaatleri için yapılan her şey mubahtır”
Uzun tarihi geçmişimizi özetlemekten amacı, Osmanlı’dan bu yana hiç sarsılmadan sürüp giden bu devlet anlayışını vurgulamak ve “kutsal devlet” uğruna yapılan hiçbir şeyin hesabının sorulamayacağını anlatmaktı. Örnek verdiği “efsane subaylar”lar, “kahraman polisler” ve “fedakâr aşiret reisleri” hep bu devlet için çalışmıştı. Öyleyse, bunu nasıl ve hangi araçlarla yaptıklarının hiç ama hiçbir önemi yoktu. Onun gözünde, vatandaş, iki saftan birinde yer alıyordu: Devletin menfaati için çalışanlar ve devletin menfaati için çalışanlara köstek olanlar… Birinciler vatansever, ikinciler vatan hainiydi. Birinci cephe hayır; ikinci cephe şer cephesiydi.
Ağar böyle bir savunma yapmakta son derece haklıydı. Esasen savunmasını oturtabileceği tek zemin de buydu.
Sözünü ettiğim Meclis konuşmasından 12 yıl sonra, Mehmet Ağar ilk defa mahkeme karşısına çıktığında yine aynı savunmayı tekrar etti.
Ve ben o zaman şunu yazdım:
“Ağar nihayet mahkeme karşısına çıktı. Acaba bu mahkeme Ağar’ın savunduğu devlet anlayışından kurtulup; hukuku kendi kutsallığının, dokunulmazlığının ve eleştirilemezliğinin kalkanı olarak kullanan; hukuku kendi emrine sokan “Kutsal Devlet” ideolojisine kapılmadan sürdürebilecek midir yargılamayı? Yargı, hukuku devletin üstüne çıkarabilecek midir? ‘Devletin yüksek menfaati için ne yapılsa mubahtır’ anlayışı yargıya da sızacak mıdır; yoksa ‘Yargısız infazın devlet için ya da eroin parası için yapılması fark etmez; cinayet cinayettir’ diyebilecek midir…”
Geçtiğimiz günlerde o mahkeme Ağar’ın davasının sonuçlandırdı. Mehmet Ağar 5 yıl hapis cezası yedi.
Bu kararın önemi, Susurluk suçlularından birinin cezasını bulmasından çok daha öte bir şeydir; son derece sembolik bir karardır. Zira bu kararla mahkeme, Ağar’ın ideolojik savunmasını kabul etmediğini ortaya koymuş; Ağar’ın “kutsal devlet” savunması çökmüştür. Susurluk ideolojik olarak mahkûm edilmiştir. Ve bu sonuç, Susurluktan bu yana yaşadığımız demokratikleşme süreci sayesinde mümkün olabilmiştir.
Türkiye ihtiyacı olan glasnost’un önündeki en büyük zihni barikatı yıktı. Derin devlet -kaldığı kadarıyla- ne kadar korksa yeridir.
Bugün, 19.09.2011