Savaş insanlık tarihinde yeni, modernliğe özgü bir olgu olmasa da, savaşın modern devletle, onun doğuşu ve örgütlenme tarzıyla çok özel bir ilişkisi vardır. Hatta bu ilişki modern ulus-devletin tanımlayıcı özelliklerindendir. Charles Tilly bütün modern devletlerin birer savaş-yapma aygıtı olarak ortaya çıktıklarını ve savaş-yapmanın gereklerine göre örgütlendiklerini söyler.
Tilly’ye göre, devleti yapan veya oluşturan savaştır; devlet özünde bir savaş aygıtı olarak ortaya çıkmıştır. Hem ülke dışındaki hem de ülke içindeki rakiplerini etkisizleştirmek için savaşmak ve bu faaliyetler için kaynak toplamak modern devletin karakteristik özelliğidir. Savaş yapma ordulara, donanmalara ve destek hizmetlerine yol açmıştır. İçteki rakiplerini etkisizleştirme yoluyla “devlet kurma” ülke içinde sürekli gözetim ve denetim araçlarını üretmiştir. Modern devletin maliye ve muhasebe sistemi de esas olarak savaş için kaynak toplama ihtiyacının sonucudur.
Savaş karşıtı Amerikalı düşünür Randolph Bourne (1886-1918) de vaktiyle “Savaş devletin sağlığıdır” demişti. Bunu Türkçeye “savaş devletin gıdasıdır” şeklinde uyarlayabiliriz. Şüphesiz bunu söylerken Borne’nin de aklında tuttuğu modern devletti. Aynen, Ludwig von Mises’in “topyekun savaş”ı modern ulus-devletin karakteristik bir özelliği olarak nitelemesi gibi. Kısaca, her ne kadar insanlar/halklar için kan, gözyaşı ve yoksulluk demek olsa da, savaş devleti besleyen, onu azman ve azgın hale getiren ana gıdadır.
Modern ulus-devletlerin özellikle 20. yüzyıldaki performansı maalesef bu öngörüleri doğrulamıştır. Nitekim, devletin teknolojik bakımdan en donanımlı olduğu 20. yüzyıl aynı zamanda insanlık tarihinde en fazla insan hakları ihlalinin ve bu arada insan öldürmenin gerçekleştiği dönemdir. Bu yüzyılda ulus-devletler, başta giriştikleri savaşlar yüzünden, toplam 170 milyon kadar insanın ölümüne sebep oldular. Başka tarihî kanıtlarla birlikte, bu gerçek insan güvenliğinin en büyük düşmanının devlet olduğunu göstermektedir.
Gerçi, hiç değilse demokratik devletleri bu yargının dışında tutmak için gerekçeler üreten modern devletin apolojistleri de yok değildir. Meselâ Rudolph Rummel savaşların asıl nedeninin demokratik olmayan devletler olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, demokrasiler hem daha az şiddet yanlısıdırlar, hem de birbirleriyle değil demokratik olmayan rejimlerle savaşırlar. Son zamanlarda bir hayli popüler hale gelen bu iddia “dünyayı demokrasi için güvenli hale getirme” projesinin de ilham kaynağını oluşturmuştur. Günümüzün Amerikan “neo-muhafazakarlar”ının Orta ve Yakın Doğu’yu kana bulamalarının nedeni, bu Wilson’cu düşünceyi mantikî sonucuna kadar takip etmeleridir.
Rummel’in tezinin empirik olarak doğru olmadığı gösterilmiştir, ama burada sadece şu kadarını söylemek yeterli olabilir. İddia edildiği gibi, demokratik bir rejimde savaş kararı almak pek de zor değildir. Bir kere, psikolojik nedenlerle, demokratik bir yönetimin halkı savaşa ikna etmede meselâ otokratik rejimlerden daha avantajlı olduğu açıktır. Çünkü, demokrasilerde politik liderler halkı “temsil ettikleri” ve “halk adına” konuştukları için peşin bir meşruluğa sahiptirler. Vatandaşların yöneticilere karşı kendilerini yabancılaştırmaları bu nedenle daha zordur.
Kaldı ki, hedef devleti toplumun husumetini davet edecek ve onu savaş için motive edecek vasıflarla tanımlamak veya ona hayali isnatlarda bulunmak hiç de zor değildir. Savaşı kafasına koymuş olan yöneticiler “düşman ülke”yi antidemokratik olarak nitelemek suretiyle bu engeli rahatlıkla aşabilirler. Ayrıca, demokratik olsun olmasın, iktidar mevkiinde olanların bu konuda işlerini çok kolaylaştıracak bir araçları var: milliyetçilik. Vatandaşlarının milliyetçilik damarını kabartmak ve onları savaşın “ulusal çıkarlar”ın bir gereği olduğuna ikna etmek için yanıltmak modernliğin şartlarında hiç de zor değildir. Şüphe yok ki, bundan demokrasiler de muaf değildir.
Savaşla ilgili asıl sorun, insanların onun kötülüğünün farkında olmamaları veya bu noktayı gözden kaçırmaları değildir. Akıl ve ruh sağlığı yerinde olan herhangi bir kişi savaşın zararlı, kötü, hatta “şeytani” bir şey olduğunun zaten farkındadır veya en azından onu bu konuda ikna etmek kolaydır. Mesele, insanların çoğunun bu “soyut doğru”yu somut şartlarda geçersiz kılacak haklı gerekçeler olabileceğine inanmaları veya buna ikna edilebilmeleridir. Başka bir anlatımla, çoğu insan “adil savaş” diye bir şeyin olabileceğine inanır.
Elbette “adil savaş”a inanmak ilkesel olarak yanlış değildir. Meselâ, gerçekten şartları varsa, saldırıya karşı “kendini savunma” elbette meşru, haklı bir yoldur. Meşru savunmayı, uluslar arası hukukta da kabul edildiği gibi, saldırıya uğrayan bir halka yardımı da kapsayacak şekilde düşünebiliriz. Ama bunun için saldırıya uğrayan halkın direnişe geçmesi ve başka halkların yardımını talep etmesi gerekir. Ayrıca, meşru savunma herhangi bir devletin uluslar arası camiadan bağımsız olarak sırf kendi iradesiyle başka bir halkın “yardımıma koşması”nı da meşrulaştırmaz. Çünkü, bu tür durumlarda “yardıma koşan” devletin bunu barışçı olmayan amaçlarını gizlemenin bir yolu olarak kullanması pekalâ mümkündür.
İşte bu tür meşru savunma durumlarını, kınamanın objesi olarak “savaş”tan ayırmak gerekir. Çünkü, savaş şiddete başvurmayı başlatma iradesiyle ilgilidir; oysa meşru-savunma durumunda olan bir halk şiddete başvurmayı kendisi başlatmış değildir. Mamafih, kendini-savunmanın meşruluğu da şiddete mukabele etmenin ölçülü olmasına bağlıdır. Bu ölçü, bir yandan mukabelenin/karşılık vermenin saldırıyı etkisizleştirmenin ötesine geçmemesini, öbür yandan da muharip olmayanlara zarar verilmemesini gerektirir. Açıktır ki, kendini-savunma bahanesiyle yayılmacı veya emperyalist bir yol tutarak başka bir toplumu veya ülkeyi istilâ veya işgal etmek meşru görülemez.
“Adil savaş”la ilgili mesele, adilliğin veya haklılığın referanslarını keyfi biçimde genişletme eğiliminin insanlarda yaygın olması veya devletlerce bu şekilde ikna edilmelerinin kolay olmasıdır. Modern devletin elinde bu konuda yurttaşlarını ikna edebilmek için çok sayıda uygun araç var. “Hikmet-i hükümet”çi ulusal çıkar iddiasına dayalı ikna faaliyetleri bunun tipik bir örneğidir. Kendi özgürlükleri ile “hikmet-i hükümet”in gerekleri arasında özdeşlik olduğuna zaten inandırılmış olan yurttaşları eğer “devletin bekası”nın tehlikede olduğuna inandırabilirseniz, onları bu uğurda yapılacak bir savaş için mobilize etmek hiç de zor olmaz. Bunun gibi, “ulusal çıkar” söyleminin aslında hikmet-i hükümetçi zihniyetin halkı seferber etmek için başvurduğu bir kandırmaca olduğunun farkında olmayan insanları emperyalist bir savaşa bile ikna edebilirsiniz. Normal şartlarda, devletçi söylemde “ulusal çıkar” denen şeyin aslında “ulus”un (milletin, halkın, toplumun… her neyse) kendisinin çıkarlarıyla aynı olmadığının çok az insan farkındadır.
“Adil savaş” konusundaki başka bir risk de, pek çok insanın bunu “iyi amaçlar” gütmekle özdeşleştirerek, başka toplumlara şiddet yoluyla müdahaleyi haklılaştırdığını düşünmeye yatkın olmasıdır. Bu anlayışa göre, savaş kendi başına kötü olabilir, ama eğer güttüğünüz amaç “iyi” veya “hayırhah” ise onu gerçekleştirmek için savaşa başvurmakta sakınca yoktur, hatta böylesi durumlarda savaş ahlâki bir gereklilik haline gelebilir. Bu noktada ilk akla gelebilecek “iyi” amaç, baskı altındaki bir toplumu “özgürleştirmek”tir.
Yıllar önce bir yazımda bu yaklaşımı “insaniyetçi emperyalizm” olarak adlandırmıştım. Buna göre, özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi temel insani değerlere her insanın doğal olarak hakkı bulunduğu için, ahlaki açıdan, özgür toplumlar baskı altındaki halkların kaderine kayıtsız kalamazlar. Ayrıca, bu temel insani değerleri reddeden veya sistematik olarak çiğneyen yönetimler meşru değildirler. Öyleyse, siyasi baskı altındaki halkları özgürlüğe kavuşturmak ve diktatör yönetimlerin yıkılmasına katkıda bulunmak herkesin ahlaki ödevidir.
Soyut-ahlaki bir tez olarak insaniyetçi emperyalizmin özgürlük ve insan haklarını evrensel değerler olarak görenler nezdinde bir çekiciliği olduğu açıktır. Gerçekten de, özellikle son dönem Amerikan dış politikası örneğinde gözlendiği gibi, bu görüş pratik sonuçları bakımından oldukça problemlidir. Nitekim, ABD’de yeni-muhafazakârlar şöyle düşündüler: ABD gerek kuruluş felsefesi gerekse temel anayasal tercihleri bakımından özgürlük ve birey hakları gibi evrensel değerlere dayandığına göre, baskı altındaki halkların da aynı değerlere kavuşması için mücadele etmek –diktatörlüklere savaş açmak dahil- onun kuruluş felsefesinin gereğidir. Oysa, böyle düşünen Amerikalılar özgürlükçü ilkenin paternalizmi sadece bireyler bakımından değil halklar/uluslar bakımından da reddettiğini göz ardı ettiler.
Amerikan işgalinin Irak’ı kasıp kavurduğu 2004 yılında yine bir Amerikalı düşünürün, Claes G. Ryn’ın, Amerikan yeni-muhafazakârlarını uyarma sadedinde söylediği gibi, başkalarının iyiliğini ne kadar fazla düşünürseniz bu hayırhah misyonunuzu gerçekleştirmek için o kadar daha fazla güce ihtiyacınız olur. Daha fazla güç ise daha fazla savaş ve savaşçı ruh demektir. Ryn’dan devam edersek, ona göre, bu tür bir sözde hayırhahlığın bir devletin dış politikasına hakim olması aslında “jakoben emperyalizm”den başka bir şey değildir: Nitekim Jakobenler de toplumun tarihsel olarak şekillenen hayat tarzını ıslah etmek yerine, onu radikal bir biçimde yeniden yapılandırmaya çalışmışlardı; onlara göre “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” bunu gerektiriyordu. Ne var ki, böylesine kapsamlı ve önemli bir misyon Jakobinlerin bütün iktidarı kendi ellerinde toplamalarını gerektiriyordu. Öyle de yaptılar ve muhalefeti şiddetle bastırdılar. Kötülerin karşısında iyiler, “erdemliler” vardı ve tabii bütün iyiler de aynı tarafta, yani Jakobinlerin safındaydı.
Aynen bugün Amerikan dış siyasetine hakim olan zihniyette olduğu gibi…
(Star-Açık Görüş, 5 Eylül 2010)