Kurucu ideoloji sağlam bürokratik temellerini Osmanlı’dan miras almıştı. Devrimlerin yaşamasında ve idame edilmesinde halk asıl taşıyıcı olamazdı çünkü zaten devrim ve devrimin getirdikleri halka ve halkın geleneklerine karşı yapılmıştı.
Yeri geldiğinde devrimler ve getirdikleri zorla dayatılmalıydı, aynı fikir babalığını aldıkları Fransız devrimi gibi jakoben bir biçimde. Türkiye devrimlerini gerçekleştirenlerin çağdaşlarından etkilendikleri bir gerçek, belki bir Mussolini ve Sosyalist Rusya kadar katı ve totaliter bir biçimde yapmadılar ama kültürel mirasa bir o kadar sertlikte yaklaştılar. Atatürk ve ekibinin devrim düşüncelerinin kökenlerini ve çağdaşlarıyla etkileşimini (Mussolini İtalyası ve Sosyalist Rusya) Tarihe Emretmek isimli kitabında Stefan Plaggenborg benzerlikleriyle birlikte açıklamaya çalışmaktadır. Ayrıca Atatürk’ün, kuvvetler birliği gibi çağdaş demokrasilerde kabul edilmeyecek ilkeleri Fransız devrimini derinden etkileyen Rousseau’nun fikirlerinden aldığını Taha Akyol Atatürk’ün İhtilal Hukuku kitabında belirtmektedir.
Türkiye devrimi Osmanlı’dan alınan sağlam bürokratik temeller üzerine inşa edildi; devrim düşüncesinde olan faniler bir gün gözlerini hayata muhakkak kapatacaklardı ancak kurulacak yapı sayesinde on yıllarca bu düzen yaşayacaktı. Nihayetinde öyle de oldu.
Türkiye’de katı ve acımasız yüzünü 1960 darbesiyle gösteren vesayet sistemi elini ülkenin boğazından hiç kaldırmadı. Askeriye, yargı, üniversiteler, sözde STK’lar (Barolar, Tabipler Odası, TÜSİAD vs) gibi kuruluşlar, hep kurucu düşüncenin temsilcileri olarak siyasiler üzerinde müfettişlik görevi gördüler. Ancak bu düzen 2002’den sonra yavaş yavaş değişmeye başlarken 2010’larda iyice geriletildi, sivil siyaset bürokratik oligarşiye karşı üstün geldi.
Ancak arada sırada güçlü bir biçimde bazen gizli bazen açıktan kendini gösterdi. 17-25 Aralık’ta yargı ve güvenlik bürokrasisine sızmış Kemalist laik motivasyonun aksine bu sefer teolojik motivasyon ve hiyerarşiyle siyasileri toptan ortadan kaldırmak isteyen başka vesayet odakları işin içindeydiler. Eğer başarılı olsaydı yeni bir bürokratik vesayet devrimi olacaktı çünkü Kemalist bürokrasiyi elemine etmiş yerine kendi bürokrasisini kurmuş ve on yıllarca da varlığını sürdürecek yeni bir vesayet odağıyla karşılaşmış olacaktık.
17-25 Aralık’tan önce yüzünü tam göstermemiş olan bu vesayet odağının varlığı Gezi olaylarında doğrudan olmasa da dolaylı bir biçimde sürekli tartışıldı. Gezi olayları kendi sosyolojik unsurlarını taşıyordu, ancak ilk başta çevre duyarlılığı olan küçük bir burjuva eylemmiş gibi ortaya çıkmasına rağmen sonrasında Orta Doğu’daki bazı ülkelere benzeyen bir ayaklanma yahut darbe girişimine dönüştü. Ancak bürokratik mekanizmalar hükümeti devirmek için güçlü bir biçimde devrede değillerdi.
Ben Gezi olaylarının salt bir darbe girişimi olarak anılmasına karşıyım çünkü yukarıda belirttiğim gibi içinde birçok sosyolojik unsuru da beraberinde taşımıştı. Mesela bunların en önemsenmesi gereken ve bence en dramatik boyutu Berkin Elvan olayıydı. Berkin Aleviydi, Berkin’in cenazesi birçok arkaik solcu grup tarafından fazlasıyla istismar edildi ben ve benim gibi bir sürü insan zaten onların samimiyetine hiç bir zaman inanmadı. Ancak toplumsal bilinçaltımızda ve kollektif hafızamızda Alevilerle ilgili birçok dramatik olay varlığını sürdürüyor.
Alevilerin İslam’daki yeri Alevi olmayan insanlar tarafından tartışılıyor. Bu tartışma sivil toplumda devam ederken demokrasinin gereği olarak Alevilerin ibadet yerlerine statü verilmesi AKP’nin 64. hükümet programına alınmış. Bu siyaseten gayet meşru bir adımdır. Ancak başka bir vesayet kurumu olan ve o amaçla kurulmuş bir devlet kurumu olan Diyanet hükümete ültimatom verir gibi “cemevlerinin caminin alternatifi, başka bir inancın mabedi gibi gösterilmesi kırmızı çizgimizdir” diyerek gayri siyasî ve gayri meşru bir çıkış yapmıştır. Hükümet etmeye halktan ruhsat almış bir siyasi partiye ve onun siyasetine bürokratların burnunu sokması bürokratik vesayetten başka bir şey değildir.
Elbette bu konu teolojik bir boyutu da içinde barındırıyor. Zaten bu konun bu mecralarda tartışılmasında bir sıkıntı yoktur. Sıkıntı Diyanet İşlerinin bu konuya bu ölçüde ve anti demokratik yönde müdahale etme girişimidir. Hükümete yakın bir kurumun dahi bazı konularda siyasete müdahale etmeye yeltenmesi bürokratik vesayeti geriletmenin bir yolu olarak başkanlık sistemi tartışmalarını düşündürdü.
Acaba Türkiye toplumunun kabul edeceği demokratik mekanizmaları kurulmuş bir başkanlık sistemi siyasî mekanizmayı vesayet kurumlarının üzerine taşıyabilir mi? Bence evet taşıyabilir. Şu anda AKP halkla ilişkiler sürecini olması gerektiği gibi ve başarılı bir biçimde yönetemiyor. Hâlâ AKP’liler bile başkanlık sisteminden şüpheli çünkü bir model ortaya konulup toplumun onayına sunulmadı. Bence makul, liberal demokratik değerleri ön plana alan ve bunu Anayasa’nın asıl maddeleri haline getiren başkanlık sistemi Türkiye’nin en kılcal damarlarına kadar işlemiş bürokratik vesayet mekanizmalarını siyasetin emrine verebilir.