İçinde bulunduğumuz “Rahmet” ve “Bereket” ayı olan “Mübarek Ramazan Ayı” içerisinde, “Hakka” yakın olmak, dini vecibelerimizi yerine getirmek, nefsimizi söndürmek için rızaya dayalı olarak tuttuğumuz “oruç”, sadece bir aç kalma değil aynı zamanda gönül kalplerinin açılması, dünyaya başka bir pencereden bakılmasına da vesile olmaktadır. Milyonlarca insanın aynı “niyet”le oruç tutması, belki dışarıdan bakıldığında kolayca anlaşılabilir bir durum olmasa gerek. Bir yandan da “Somali” de milyonlarca insanın “modern dünyanın” gözleri önünde açlıktan ölmesini “dini”, “vicdani”, “ahlaki” olarak kabul etmek, görmemezlikten gelmek hele hele “Mübarek Ramazan Ayı”nda kabul edilir bir durum değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve STK’ların öncülüğünde binlerce kilometrelerce uzaklığa rağmen gönüllerin yakınlığı sayesinde, yaşanan insanlık dramına dur demek ve “komşusu açken, tok yatan bizden değildir” anlayışının yüklemiş olduğu sorumluluk ile yüzyılın bu acısına seyirci kalınmamıştır.
Daviv Le Breton “Acının Antropolojisi” kitabında “İnsanların aynı yaralara ya da rahatsızlıklara karşı tepkileri sosyal kültürel durumlarına ve özel koşullarına göre farklılık gösterir” diyerek acıyı anatomi ve fizyolojik olarak algılamanın yanında aynı zamanda da sosyal, kültürel çerçevede Toplumsal ilişkilerin bütünü olarak da algılamak gerektiğine dikkat çekmektedir.
Acı; bireyin dünyayla ilişkisini ve dünyayla ilgili deneyimini sorgulayarak, kişisel ve toplumsal anlamların sorgulandığı, bilincin ortaya çıktığı bir algı taşır.
Başkalarının acısının şiddetini anlayabilmek, diğerinin çektiği acıyı paylaşabilmek ve hissedebilmek aslında başkasının bedeninin yerine kendi bedenini koymak olarak da algılanabilir. Bedenlerin değişimi acıyı bilmemizi sağlayabilir ama ne kadar acı çektiği konusunda bilincimizde herhangi bir etki uyandırmayabilir. Wittgenstein in dediği gibi “N’nin acı çektiğini bilebilirim hiç kuşkusuz ama ne kadar acı çektiğini bilemem”
Burada üzerinde durulması gereken aynı zamanda acının beden üzerinde bıraktığı iz ve o izin düşünsel yaşamda bıraktığı travmadır. Acıyı anlayabilmek, hissedebilmek ve diğerinin acısını uzaktan seyretmek insan olmak ya da olmamakla ilgili durumumuzu da belirginleştirmektedir. Başkasının acısına bakmak insanın tüm boyutlarını dini, özel yaşamı, toplumsal ve kültürel kökleriyle ilintilidir.
Televizyon karşısında, gazetelerde açlık/acı içerisinde kıvranan insanların görüntülerine ve resimlerine sadece bakmak kopan çığlıkları duymamak, bu tür olayların sıradanlaştığının göstergesi olmaktadır. 21 yy başlarında Somali’de yaşananlara seyirci kalan bugünün büyük ve gelişmiş ülkeleri bir yandan modernitenin öncüsü sayılmakta, öbür yandan akıl almaz bir drama imza atmaktadır.
Açlığın/yoksulluğun/vahşet olaylarının yaşandığı yerlerin dünyanın en geri kalmış ülkeleri olması. Bakan olmakla, bakılan olmanın aynı zamanda, yöneten ile yönetilen olanın tarihsel gerçekliğinden başka bir şey değildir. Dünyaya hükmeden “beyaz ırk” aynı zamanda acının şeklini, şiddetini ve rengini de belirlemektedir. Tarih sayfaları bu tür olaylarla doludur. Somali’ye gözünü, kulağını, yüreğini kapatanlar “oryantalist” bakışın temsilcileri ve uygulayıcılarıdır. Egemen güç yeryüzünü şekillendirirken yanı zamanda toplumsal kültürü, eğitimi, bilinci, insanlar arasındaki iletişimin dozunu ve şeklini de belirlemektedir. Bedenlerin acı içerisinde sergilenmesi sanatsal bir olaydan çok bir insan olma sorunsalını da gündeme getirmektedir.
Oturduğumuz yerden, TV’den akşam haberlerini izlerken gözümüze takılan, annelerinin kucağındaki Somalili çocukların dünyaya bakan kara kapkara gözlerindeki çaresizliği görmemek insani, vicdani duruşumuzun sorgulanmasını da beraberinde getirecektir. Dünyanın yoksul ülkelerinde yaşanan bu tür dramların, acının gelişmişlikle de ilintili olduğunu ve bu görüntülere gelişmiş ülkelerde de rastlanmayacak anlamı taşımaz, bizim de aynı durumla karşılaşmayacağımız anlamına gelmez. Televizyonumuzun karşısında ayağımızı uzatıp, başkasının acısına sıradan bir olaymış gibi bakan bedenlerin ruh sağlığından bahsetmenin ağırlığını sanırım insanım diyen herkes üzerinde hissetmektedir.
İnsan Hakları aktivistlerinin yaşanan vahşete bakışı sokaktaki insanın bakışıyla aynı olarak değerlendirilemez. İnsanların insani koşullarda yaşaması için insan hakları aktivistlerine önemli görevler düşmektedir. Asıl derdimiz başkasının acısını anlamak değil, hissetmektir. Başkasının acısına bakmanın, sanat galerisinde sergilenen resimlere bakmaktan daha fazla şey ifade etmektedir. Acılara maruz kalmış bedenlere bakarken, bakmak eyleminden daha fazlasını yaparak nedenlerini araştırmak ve sorunların çözümüne katkı sunmak gibi bir durum söz konusudur. Başkasının acısına bakmak aynı zamanda bir politik duruşu da anlatmaktadır. Baktığımız acıların düşüncemizde şekillenmesi aynı zamanda bakışımızla da ilgilidir. Dünyaya bakışımız, algılayıp yorumlayışımız, bizim acılar karşısındaki duyarlılığımızın şiddetinin göstergesi olabilmektedir. O anki ruh durumumuz, ekonomik-sosyal ilişkilerimiz, siyasal, dinsel duruşumuz algılama sürecimizi şekillendiren etkenlerdir. İnsan hakları aktivistleri başka insanların acılarının seyircileri olmak gibi vurdumduymaz, kendi acılarını başka insanların acılarıyla yan yana koymak, kıyaslamak gibi durumlar kabul edilir değildir. İnsan hakları savunucuları, inadına barışı savunmak ve gerçekleşmesi için elinden geleni yapmak zorundadır.
İnsan hakları hareketinin savunucularının müdahale alanları; birinin öteki üzerinde uygulamış olduğu dini, sosyoekonomik, siyasal ve kültürel v.b. nedenlerden dolayı yapılan baskılar sonucunda, bedenin ve düşüncenin hareket alanını, dönüşümünü ve değişiminin kısıtlanması sonucu meydana gelen acılardır. “İnsan hakları hareketinin belki de başlangıcı, insanın insanileştirilmesi, insanlaştırılmasıdır”.
İnsan hakları aktivistlerinin insanın insanileştirilmesi gibi zor ve evrensel bir görevi vardır. Başkasının acısına insan hakları penceresinden bakmak, insan hakları için politikayı ön plana çıkarmak gerekmektedir. Aksi takdirde yarın bakılan olamayacağımızın garantisi yoktur. Hemen hemen her gün görerek içselleştirdiğimiz, Somali’de, Mısır’da, Tunus’da, Irak’ta, Gazze’de vb. vurulan/bombalanan/açlıktan yok olan bedenlere bakınca, alcığın/yosulluğun/şiddetin zaman ve mekan kavramının olmadığını anlamak o kadarda zor olmasa gerek. Somali de açlıktan yok olan her beden, aslında insanın, insanileşme sürecinde kaybettiği bir değeri temsil etmektedir.