Bir ekonomide faizlerin ‘yüksek’ olması, elbette, istenmeyecek bir durumdur. Yüksek faiz ekonomiye iki yönden zarar verir. İlk olarak, paradan zahmetsiz para kazanmayı mümkün ve cazip hâle getirir. Bu, insanları reel ekonomiye (üretim faaliyetine) katılmak yerine, tasarruflarını ve diğer kaynaklarını faize yatırmaya teşvik eder. Hatta bazı durumlarda ellerindeki üretken mallarını (sermaye mallarını) nakit paraya çevirerek faiz getiren mevduat hesabına yatırmak, özellikle kısa dönemde, insanlara çok rasyonel görünür. İkinci olarak, yükselen kredi fiyatları (kredi faizleri) yeni iş kurmak veya mevcut işini geliştirmek isteyenlerin gözünü korkutur, şevkini kırar, onları karamsarlığa iter. Böylece ekonomi en önemli ekonomik unsur olan teşebbüs gücünden mahrum kalmaya başlar.
Yüksek faiz sarmalına bir defa girince, akış ancak faizlerin devamlı yükseltilmesiyle sürdürülebilir. Finans sistemi çok geçmeden bir tür saadet zincirine (titana) dönüşür. Sisteme daha önceden girmiş olanlara yapılacak yüksek faiz ödemeleri ancak yeni üyelerin devamlı sisteme katılmasıyla karşılanabilir. Yani yenilerden alınan paralar eskilere dağıtılır. Bir süre sonra sistem kaçınılmaz olarak tıkanır ve patlar. Sistemdeki herkes tüm parasal varlığını kaybeder. Gerek Türkiye’de gerekse dünyanın başka yerlerinde bunun birçok örneği yaşandı. Ancak, bu kötü durumdan kaçınmanın yolu, faiz kurumuna kökten karşı çıkmak ve beyhude yere faizi ortadan kaldırmaya çalışmak değildir.
Borç alma borç verme olgusu tarihin her döneminde vardı, bundan sonra da var olacak. Alınan borcun bir miktar fazlayla iade edilmesi finans sisteminin sağlıklı işlemesi için vazgeçilmez şart. Aksi hâlde, fonksiyonel bir finans sistemi kurulamaz. Bu yüzden, neye referansla yapılmak istenirse istensin, faiz kurumu yok edilemez. Bunu yapmaya yönelik teşebbüsler ekonomiye zarar vermekten başka bir netice vermez. Faizin adı değiştirilebilir, resmî ve alenî olmaktan çıkartılarak yer altına inmesine veya başka biçimler kazanmasına sebep olunabilir ama fiilen ortadan kaldırılması gerçekleştirilemez. Nitekim, faizsiz işlediği düşünülen “katılımcı bankacılık” sistemi de özünde faizin İslam inancına sahip olanları rahatlatacak şekilde paketlenmesinden başka bir şey olmayan “kâr-zarar ortaklığı”na dayanıyor.
Faiz ile yüksek faizi birbirine karıştırmamak önemli. İnsanları ve ekonomileri bir çıkmaza sokan faiz değil yüksek faizdir. Yüksek faiz borç almak isteyenlerin talep ettiği borç miktarının borç vermek isteyenlerin (çoğu zaman finans kurumları aracılığıyla) sunduğu borç verilebilir miktardan çok daha fazla olmasının sonucudur. Arz-talep kanunu gereği arz ile talep arasındaki talep lehine açıklığın genişlemesi para fiyatlarının (yani faizlerin) yükselmesine yol açar.
Piyasada kimler borç arar? Tüm yetişkin bireyler ve bütün işletmeler borç arayabilir. Ancak, zamanımızda en büyük borçlanıcılar devletlerdir. Büyüyen refah devleti harcamaları, artan devlet istihdamı, devasa imar projeleri, irili ufaklı çatışmalar ve savaşlar yüzünden devletler devamlı borçlanmakta. Vergi salma gücü, MB’den borç alma imkânı, devlet tahvillerine insanların irrasyonelliğe varacak ölçüde güvenebilmesi, politikacıların kamu harcamalarının politik getirilerinden bugün yararlanırken külfetlerini kendilerinden sonra görev alacak politik ekiplerin omuzuna yıkabilmeleri devlet borçlanmalarını kolaylaştırıyor ve teşvik ediyor.
Gerek özel ekonomik aktörlerin gerekse devletin borçlanabilmesi, onlara borç verebilecek kimselerin bunu yapmaya ikna edilmesine bağlı. İkna ise bir ödüllenmeye dayanmak zorunda. Normal şartlar altında –yani zor ve hile yoksa- kimse kimseden zorla borç alamaz. Tasarruf sahipleri borç vermenin kendilerine bir yarar-menfaat sağladığını görmezse borç vermez. Tasarrufunu ya elinde tutar ya da –ender olmayacak sıklıkta- üretken ekonomiye katkıda bulunması ihtimâli zayıf harcamalara yönlendirir. İşte bu yüzden finans zincirinin ilk halkası bankalar ve finans kuruluşları değil tasarruf sahipleridir. Faiz seviyesini oluşturan da, günün sonunda, finans kuruluşlarının, MB’nin veya politikacıların buna ilişkin kararları, temennileri, talimatları değil, piyasa aktörlerinin beklentileridir.
Faiz oranları değişkendir ve düşüklük-yükseklik bakımından sübjektif olarak algılanmaya müsaittir. Dolayısıyla, hangi faiz seviyesinin yüksek hangi faiz seviyesinin düşük olduğu tüm zamanları ve durumları kapsayacak şekilde önceden belirlenemez. Büyük bir ihtimâlle, sade tasarruf sahibi açısından tatminkâr faiz enflasyonla, kredi kullanacak müstakbel ve mevcut yatırımcı açısından ise enflasyon artı beklenen kâr miktarı ile ilişkilendirilecektir.
Politik otoritenin belli bir anda faiz seviyesinin yüksek olduğunu düşünmesi sübjektif bir bakıştır. Tasarruf sahipleri farklı düşünüyor olabilir. Politik otorite hangi yol ve yöntemi kullanırsa kullansın vatandaşların kararlarını belirleyemez. “Rasyonel Beklentiler Teorisi” kamu otoritelerinin vatandaşta istediği ekonomik algıyı oluşturmasının –yani vatandaşı istediği gibi yönlendirmesinin- o kadar kolay olmadığını gösteriyor. Bu yüzden, politik otoritenin yapabileceği ve yapması gereken en önemli şey, kamunun borçlanma ihtiyacını azaltmaktır. Bu yapılırsa, kamuya gitmeyen borç alınabilir kaynaklar özel aktörlerin borç alma havuzunun nispî olarak genişlemesini sağlar. Bu da borçlanma (kredi) faizlerinin düşmesine sebep olur.
Şüphe yok ki, politikacıların, borçlanmayı gerektirmeyecek şekilde, daha az harcama yapmaya razı olması, yani sıkı ve kapsamlı tasarruf öngören bir maliye politikasını benimsemesi ve sindirmesi çok zor. Çünkü modern demokrasinin tüm partileri teslim almış olan önemli bir özelliği –veya mekanizması- kamu harcamalarıyla seçmeni kendi tarafına çekmektir.
Bu zorluklara ve engellere rağmen, politik otorite, en başta lüks ve israf teşkil edenler olmak üzere, kamu harcamalarının ciddî oranda budandığı kapsamlı bir tasarruf programını titizlikle ve samimiyetle uygulamak zorunda. Problemin ne olduğu belliyken, bugün bir miktar acı bir ilacı içmekten kaçınmak, ilerde fazlasıyla acı bir ilacı çok daha yüksek dozda içme ihtiyacının doğmasını garanti eder.