Bir gün Türkiye’nin ekonomi tarihini yazmaya girişirsem sanırım kitabın başlığı bu yazının başlığıyla aynı olacaktır: Yanlış Ekonomik Tercihler Tarihi. Türkiye kuruluşundan beri ekonomik anlamda her yol ayrımına geldiğinde (belki de farkında olmadan) yanlış tercihlerde bulunarak vatandaşlarını daha düşük bir refah düzeyine mahkûm etmiştir. Zaman zaman alınan doğru kararların etkisi 5 yıldan fazla sürmemiş, aynı kararları alanlar bu sefer tam tersini uygulayarak ülkeyi kendileriyle birlikte çıkmaza sürüklemişlerdir. Dolayısıyla Türkiye’de ekonomik refahın önündeki en büyük engel ekonomiye dair vizyonu dar olan devlet yöneticileri olmuştur.
Türkiye’nin ekonomik büyümesi tarih boyunca hep zikzaklıdır, stabil değildir. Büyümenin içindeki verimlilik zayıftır. Hepsinden önemlisi Türkiye ekonomisi oldukça yüksek piyasa riskleri ve işlem maliyetleri içerir. Türkiye, piyasalardaki işlem maliyetlerini minimize edebilecek kurumları inşa etmekte hep geç kalmıştır veya işlevsiz, göstermelik kurumlarla başarısız olmuştur. Türkiye’de siyasal otorite, her zaman ekonominin serbestçe çalışıp büyümesini tehlikeli bulmuş, üzerinde otorite kurulması gereken bir alan olarak görmüştür. Oysa piyasa, cansız, duygusuz ve güçlü bir kurumdur. Kendisine hata yapanı muhakkak cezalandırır ve Türkiye’nin ekonomi tarihi boyunca da cezalandırmıştır. Bugüne baktığımızda da devletin bu iktisadi akıl tutulmasının devam ettiğini görmek hem bir yandan üzücü hem de geleceğe dair umutlarımızı kırmaktadır. Bu yazıyı akademik bir yazı olarak değil, tarihi ve günümüzü gözlemleyen biri olarak yazmak istiyorum. O halde hikâyenin en başına dönelim.
Türkiye’nin İktisadi Akıl Tutulmasının Tarihi
Millî mücadele başarılmış, siyasal otorite el değiştirmiş ve memleket kendine yeni bir yol çizme aşamasına gelmişti. Ankara hükümeti belki de sıcak mücadeleden ötürü emperyalizm ile serbest piyasayı eşit tutmuş, serbest piyasa yerine devlet güdümlü bir ekonomiyi tercih edeceği İzmir İktisat Kongresi ile ortaya çıkmıştı. Türkiye, belki de ilk hatayı bu tercihinde yapmış oldu. Çünkü ekonomi asla yönetilebilecek, güdüm altına alınabilecek bir alan olmadığı gibi bu yönde atılacak adımları da cezalandıracaktır. İkinci büyük hata ise eski maliye nazırı Cavid Bey’in tasfiyesi olmuştur. Ülkenin yeniden tesis edilmesi sürecinde üst düzey yöneticiler arasında bir iktisatçı kadrosu yoktur. Mevcut yönetici kadroların içinde hemen hemen hiç kimsenin formel bir ekonomi eğitimi de yoktu. Cavid Bey ise serbest piyasaya inanan hem iktisat bilimini bilen hem de uygulama üzerinde oldukça deneyimli biriydi. Bu alanda Celal Bayar biraz öne çıkar fakat kendisi ortaokul mezunudur ve ekonomiye dair vizyonu Alman bankalarındaki iş deneyimleri ve İttihat ve Terakki’nin milli iktisat komitelerinden ibaretti. Üstelik 30’lu yıllarda Nazi Almanya’sından kaçarak Türkiye’ye sığınan Neumark, Kessler, Röpke, Rostow, Isaac gibi üst düzey iktisatçılara İstanbul Üniversitesi’nde iktisat fakültesi kurdurulurken devletin ekonomi politikaları oluşturulduğunda kendilerine danışılmamıştır. Türkiye’nin iktisatçı kadrolara bu kadar ihtiyaç duymasına rağmen böyle bir tutumun sergilenmesi inanılır gibi değildir. Ülkemizin yöneticileri ekonomi politikaları oluştururken iktisatçı bilim adamlarını hiçbir zaman dinlememiştir. Çünkü ekonomide en doğruyu kendileri bilir! Keza bu bilim adamları da kısa süre sonra daha iyi fırsatlar çıkınca arkalarında bir bilim dalı geleneği bırakarak Türkiye’yi terk ettiler. Tarih boyunca bunun gibi fırsatlar hep önümüzden böyle akıp gitti.
İktidarın iki ayağı vardır: siyasal iktidar ve ekonomik iktidar. Siyasal iktidar Ankara hükümetinin emrindedir. Fakat ekonomik alana hâlâ İttihatçılar hakimdir. Bunun ilk izdüşümünü 1925 tarihli Fethi Bey’in (Okyar) talebiyle Cavid Bey’in bir komisyonla birlikte hazırladığı İstanbul Ekonomisi raporunda görüyoruz. Çok uzun yıllar sonra İstanbul Ticaret Odası’nın arşivinden çıkan bu rapor belki de milletimizin makus talihini yenebilecek iktisadî sırları içermekteydi. Raporda İstanbul’daki bütün esnaf ve ticaret gruplarıyla görüşmeler yapılmıştı. Sonuç kısmında devletin memur sayısının azaltılması, devletin ekonomik alanda küçülmesi, piyasa risklerinin giderilmesi önerilmişti. Bununla birlikte bu rapor turizmin geliştirilmesi, limanların iyileştirilmesi, deniz ticaret filolarının büyütülmesi gibi 240 civarında öneri getirmekteydi. Bu rapor aynı zamanda İttihatçıların hâlâ iktisadî alana hâkim olduklarını göstermekteydi. Yeni siyasal otorite buna müsaade edemezdi. Etmedi de. Bu rapor sümen altı edildi. Cavid Bey suikast davasından idam edildi. Oysa, İstanbul özelinde Türkiye’nin kalkınmasının doğru teşhisi bu politikaların uygulanması idi. Maalesef olmadı. Ülke, piyasanın önünü açmak yerine devletçiliğe yöneldi ve giderek piyasaya savaş açmaya karar verdi. Cavid Bey’in önerdiği memur sayısının azaltılması ve devletin ekonomik alanda küçülmesi 75 yıl sonra Kemal Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile eyleme geçebildi. Tam 75 yıl süren akıl tutulması inanılır gibi değildir. Ekonomiye doğru politikayı getiren Kemal Derviş, Cavid Bey gibi idam edilmemiştir fakat şaşırtıcı olmayan bir şekilde partisinden dışlanmıştır. Ülkemizde ekonomiye dair doğru sözü söylemenin bedeli dışlanmaktır. Hep böyle olmuştur.
Sonrasında ekonomi politikası devlet güdümlü piyasa ekonomisine ve ardından tam devlet ekonomisine (devletçiliğe) yönelmiştir. Bu durum siyasal otoritenin ekonomi üzerinde de otorite kurmak istemesinden kaynaklanmaktaydı. Türkiye’de devlet otoriterdir ve devlet mekanizmasının bu otorite talebi piyasaya alan açabilecek bir boşluğu kabul etmez. Yanlış iktisadî örgütlenme ardından yanlış ekonomik politikaları getirmiştir: Millileştirmeler, inhisarlar vb. Yanlış ekonomik tercihlerin yanına 1929 buhranı da eklenince işler çözülemez noktaya gelir. Böyle bir ortamda Serbest Cumhuriyet Fırkası gündeme gelir. Cavid Bey’e bahsettiğim raporu hazırlattıran Fethi Bey bu partinin başkanı olarak özel teşebbüsün esas olması gerektiğini, inhisarların kaldırılacağını ilan etmiştir. Fethi Bey, İnönü’nün şimendifer politikasının ağır vergilere yol açtığından şikâyet eder. İzmir mitinginde “masraflar memleketin tahammül sınırlarını aşarsa, halkın iktisadi inkişafı durmaya mahkûmdur” diyor ve devletçilik politikasının maliyetlerini sorguluyordu. Sonunda Türkiye, piyasaları siyasal tahakkümden kurtarabilecek bir çıkış kapısı daha yakalamıştı ve maalesef bunun da sonu hüsran oldu. Fethi Bey de hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde siyasetten dışlandı, partisi kapatıldı.
Sonraki dönemde devletçilik uygulanarak, müteşebbis yerine bürokrat, sermaye yerine vergi, para ve sermaye piyasalarının yerine hazine konularak hızlı kalkınma bekleyişine geçildi. İktisat vekili M. Esat Bozkurt’a göre devletçilik komünizme bir karış mesafededir. Dolayısıyla uygulanan ekonomi politikası Sovyet sistemine geçiş ekonomisidir. Örnek alınan Sovyet sisteminin ekonomik başarısını da yıllar sonra tarih bize göstermiştir! Artık itiraz eden de kalmamıştır. Umut yoktur. Türkiye’nin 30’lu ve 40’lı yıllarına dair anılarını yazanlar o dönemlerde halkın yaşadığı fakirliği uzun uzun anlatırlar. Devlet ekonomide giderek büyürken milletin refahı giderek küçülmekte idi. Üstüne 1942 yılında yürürlüğe giren Varlık Vergisi iş hayatı üzerinde büyük tahribat yaratmıştır. Savaş zamanında bazı işletmelerin kapanmasına ve kıtlığın daha da artmasına yol açmıştır. Üstelik bu güvensizlik ortamında bazı iş adamları ülkeden ayrılmış, Türkiye yabancı sermaye için uzun yıllar kara listeye alınmıştır. Varlık vergisinin piyasalara verdiği zararın yanında iş adamları üzerindeki psikolojik etkisi de uzun yıllar sürmüştür. Bu dönemde tercih edilen piyasa dışlayıcı politikaların elbette siyasal bedeli de oldu. Piyasa cezayı kesti ve dönemin iktidarda olan tek partisi bu refah çöküntüsünden sonra halk desteğini kaybetti. Bunu ilk kez 1946 seçimlerinde gördü. 1950’den sonra iş hayatının içinden gelen Celal Bayar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda siyasete başlayan Adnan Menderes ikilisi iktidara geldi.
Türkiye için yeni bir dönem açıldı. Her ikisi de formel iktisat eğitimi almamıştı fakat geçmiş deneyimlerinden hareketle nihayet serbest piyasa düşüncesini merkeze taşıdılar. Çeşitli araçlarla ekonomide hür teşebbüs teşvik edilmeye başlandı. Dünya Bankası’nın desteği ile Türkiye Sınai Kalkınma Bankası kuruldu ve iş adamlarına krediler dağıtıldı. 1950’lerde özel sektör artık KİT’lerin karşısına fabrikalar kurmaya başladı. Koç ve Eczacıbaşı gibi bugünün büyük sermaye grupları ilk fabrikalarını bu yıllarda kurdular. Bu yıllar cumhuriyet tarihinin en hızlı büyüme yıllarından biridir. Ekonomide hür teşebbüs fikri iktidara gelmişti fakat serbest piyasa koşullarının iyi çalışabilmesi ve devletçilikle kaybedilen yılların telafisi için KİT’lerin de özelleştirilmesi gerekliydi. Demokrat Parti döneminde özelleştirmeler aracılığıyla devletçiliğin tasfiyesi söz konusu olmadığı gibi destekleme alımları, taban fiyat, fiyat murakabe uygulamaları gibi popülist ve piyasa dışı uygulamalara gidilmiştir. Anlaşılan Demokrat Parti yöneticileri hür teşebbüsün önemini anlamış olmakla beraber serbest piyasa medeniyetinin anlamını anlayabilmiş değillerdi. Başlangıçta hayaller serbest piyasa ekonomisine geçiş iken gerçekte var olan karma bir ekonomik sistem olmuştur. 1950’li yılların başında Dünya Bankası’ndan iki önemli iktisatçı J. Barker (1951) ve H. Chenery (1953) Türkiye ekonomisi üzerine raporlar hazırlamış, kalkınma reçeteleri sunmuş, piyasa ekonomisinin önemini vurgulamışlardır. Fakat yine devletin irrasyonel aklı ortaya çıkmış ve ciddiye alınmamışlardır. Ne de olsa bizim ülkemizdeki devlet yöneticileri ekonomiyi herkesten daha iyi bilmeye devam etmekteydi!
Demokrat Parti’den sonraki 20 yıl tufandır. 1960 ile 1980 arasında “Planlı Karma Ekonomi Modeli” (Planlama + Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) + Özel Teşebbüs) uygulanmış, üretim araçlarının mülkiyetinin giderek KİT’leştirilmesi yaşanmıştır. Hür teşebbüsün önemini defalarca vurgulayan Demirel bile KİT’lerden vazgeçememiş, yenilerini kurmaya kalkmıştır. Ülkemizdeki hür teşebbüs destekçisi devlet yöneticileri bile devletin ekonomi üzerindeki tahakkümünden vazgeçememekte, ekonomiyi serbest bırakmayı akıllarına bile getirememektedir. Bu dönemde ısrar edilen hatalı iktisadî örgütlenme (üretim araçlarının KİT’leştirilmesi) ileriki yıllarda görev zararı, borçlanma ve kaynak israfına neden olmuştur. Devletin ekonomi üzerindeki Planlama + KİTLER + Devletçilik politikasını tercih etmesi sosyalizme geçiş ekonomisi izlenimi vermiştir. “Kalkınma=Sosyalizm” yanılgısı aydınlar arasında yayılınca piyasa ekonomisi entelektüel desteğini de kaybetmiştir. Zaten kaybetmese ne olacak, sözleri hiçbir zaman dinlenmemiştir. Piyasa kendisine savaş açanı affetmez. Tabiî ki bunu da affetmemiştir. Nasıl yanlış ekonomik tercihleri yüzünden Tek Parti yöneticileri halkın desteğini kaybedip iktidarı devretmek zorunda kaldıysa, bu dönemin yanlış tercihleri de 1979 krizine sebep oldu. Halk, bir siyasetçinin deyimiyle 70 cent’e muhtaç kaldı. Piyasayı dışlayan bu dönemin siyasetçileri de geçmiştekiler gibi iktidarı devretmek zorunda kaldı.
Türkiye’de hem siyasal hem de ekonomik sistem tıkanınca (yani başka çare kalmayınca) artık kimsenin hatırlamadığı serbest piyasa önerileri akla geldi. Devlet aklının hatırlamakta bile zorlandığı serbest piyasacı politika 1980 yılında 24 Ocak Kararları ile ilan edildi. Nihayet Batı dünyası ile uyumlu bir kalkınma politikasına sıra geldi. Bu dönemde devletin ekonomiye dair temel hedefleri; liberalizasyon, Türk lirasının konvertibilitesi, özelleştirmeler ve AB ile gümrük birliği hedefidir. Yine tarihin ilginç tesadüfü devam etmekte ve formel bir iktisat eğitimi olmayan biri (Turgut Özal) bu dönemin uygulayıcısı olmuştur. Uzun süre ekonominin devletin tahakkümü altında olmasına alışan millet 1980 sonrasındaki ekonomik serbestleşmeyle karşılaşınca ne yapacağını şaşırmıştır. Finansal okuryazarlığı da olmayan halk, risklerini hesaplayamayarak banker krizine yol açan sürece dahil olmuş, servetinin bir kısmını kaptırmıştı. Bir kısım iş adamları bu yeni dönemin fırsatları ile işlerini büyütürken bir kısmı hayali ihracata kapılmıştı. Bu dönemdeki politikalar doğru bir şekilde devletin ekonomi üzerindeki tahakkümünü bir ölçüde azaltmaya çalışıyordu. Fakat doğru politikalar Devlet Planlama Teşkilatı’ndan gelen, ekonomi eğitimi de olmayan yanlış adamın (Turgut Özal) eliyle yürütülmekteydi. En sonunda bu süreç de planlamanın kaynak tahsis mekanizması olarak varlığını sürdürmesi, özelleştirmelerin tamamlanamaması ve popülizm nedeniyle istenilen sonuca ulaşamamıştır. Her şeye rağmen “kalkınma için piyasalaşmak gerekir” formülünü uygulamaya sokmasıyla Özal’ın Türkiye’nin ekonomi tarihindeki yeri özel olmuştur.
Nihayet Tansu Çiller ile bir iktisat profesörü önce bakan sonra başbakan oldu. Her ne kadar iktisat eğitimi almış olsa da daha en başta iki anahtar vaadi ile piyasa ekonomisinin koşullarını uygulamayacağının ve popülizm siyaseti yapacağının sinyallerini verdi. Kendisinin sayesinde Popülizm = Yoksulluk denklemi Türk halkına bir kez daha kanıtlandı. Bu sefer iktisat eğitimi almış doğru kişiyi bulduk fakat kendisi yanlış politikalarla yol alacağını göstermekteydi. Bulduğumuz şey gerçekten şaka gibiydi. Çiller, inanılmaz bir hata daha yaptı; hazinenin açıklarını Merkez Bankası kaynakları ile kapatmaya kalktı. Piyasadan para çekmek olanaksız hale geldi. Döneminde enflasyon rakamları %100’leri aştı. Bu kadar büyük bir hatayı ancak bir iktisatçı yapabilirdi, öyle oldu. Bu dönemi betimleyebilecek örnek bir olayı aktarmak istiyorum. Garanti Bankası’ndaki başarılarıyla kariyerinin zirvesinde olan Genel Müdür İbrahim Betil, Bank Ekspres adıyla 1992 yılında yeni bir banka kurdu. Bank Ekspres, çok ortaklı bir bankacılık denemesidir. Kendi deneyimleriyle beraber sektörde devrim yapabilmeyi hayal eder. Fakat bu girişim kuruluşundan 2 yıl sonra 1994 mali krizine tosladı. Devalüasyon yapıldı. Türkiye’nin kredi notu 2 ay içinde 3 kere düşürüldü. Bu yüzden dış bankalar tüm kredilerini kesti. Piyasada küçük bankalar zayıftır izlenimi doğdu ve halk parasını bankadan çekmeye başladı. Böyle bir ortamda Bank Ekspres sermaye artırımı da yapamayınca banka zora girdi. İbrahim Betil idealist düşüncelerle kurduğu ve sektörde devrim yapmayı planladığı bankasını Garanti Bankası’na (yani eski patronuna) satmak zorunda kaldı. Üstelik satıştan iki gün sonra mevduata devlet güvencesi verildi. Bu adım daha evvel atılsaydı her şeye rağmen banka kurtarılabilirdi. Olmadı. Bir kuruluş kendi hatası olmayan gelişmelerden ötürü yok oldu gitti. İnanılır gibi değil ama oldu. Bu yaşananlar Betil için öyle büyük bir hayal kırıklığı oldu ki, kendisi bir daha ne bankacılık sektörüne geri döndü ne de iş hayatına. Varlık vergisinden beri devlet yöneticilerinin iş hayatına verdiği zarar hiç bitmedi.
2001 finans krizi sürecinde ise tam 22 adet banka battı. Bu skor Türkiye’nin ekonomi tarihinde görülmemiş bir rekordu! 1979 krizine giden süreçte rolü olduğu için halkın desteğini kaybeden Ecevit, tarihin yeni bir cilvesi olan 2001 kriziyle de siyasi hayatını tamamladı. Piyasa duygusuz bir canlıdır, kendisine karşı geleni affetmeyeceğini bir kere daha gösterdi. Devlet yöneticilerimiz bu büyük ekonomi tarihi geçmişimizden ders çıkarmamakta büyük bir akıl tutulmasıyla devam etti. Bunun üzerine söylenecek başka söz bulamıyorum.
Türkiye’nin enflasyon rakamlarının doğruluğunun sorgulandığı bu günlerde 2002 yılında gerçekleşen bir olay aklıma geldi. Aktarmak isterim. Devlet İstatistik Enstitüsü Türkiye’nin 2002 yılındaki büyüme oranını açıkladıktan sonra ekonomist Selim Somçağ “Ekonomi 2002’de Büyüdü mü” isimli bir makale yayınladı. Somçağ, DİE’nin %7,8 olarak açıkladığı büyüme oranının gerçekte %0,7 olduğunu gösterdi. Somçağ bu makale ile Türkiye’nin büyüme rakamının uyduruk olduğunu sadece göstermedi, ispatladı. Bu olay o dönem tartışma yarattı. Mecliste soru önergesi verildi. Türkiye’nin makro ekonomik değişkenlerine dair güven kıran bu hadiseyi bugün hiç kimse hatırlamıyor. Bugün Türkiye’nin enflasyon rakamlarının gerçekliği sorgulandığında Türkiye’nin ekonomik zihniyetinin değişmediğine gerçekten emin oldum.
Gelelim Ak Parti dönemine. Derviş’in başlattığı istikrar programının devam ettirilmesiyle ekonomide sular duruldu. Ekonomi istikrara kavuştu, hukukun önü açıldı, demokratikleşme yönünde adımlar atıldı. Bu gelişmeler yapısal reformların kalıcı olacağına dair beklentileri arttırdı. Her şey yolunda giderken, devletin ekonomik irrasyonelliği tekrar ortaya çıktı ve işler tersine döndü. Türkiye ekonomisi zora girmeye başladığında siyasal otorite ekonomi üzerinde öyle bir tahakküm kurmuştu ki devlet yöneticilerinin uyguladığı piyasa ve ekonomi dışı çözümler Zihni Sinir projelerini andırmaya başladı. Örneğin; “Enflasyona Karşı Topyekûn Mücadele” adı altında şirketler bir araya getirildi, enflasyon düşsün diye Black Friday indirimlerine benzeyen kampanyalar başlatıldı. İnanılır gibi değil ama bu da oldu. Devlet yöneticilerimize göre; iktisatçıların 80 yıllık bilimsel birikimleri ne oluyor ki, enflasyonu düşürmenin yolu bu kadar kolaydı işte! Tarih boyunca devlet yöneticilerimiz ekonomiyi herkesten daha iyi bildiğini göstermeye devam etmektedir! Rekabetçi kur denilen bir iddia ortaya atıldı, faiz-enflasyon ilişkileri tersten kuruldu, iktisat teorisine fahiş fiyat eklemesi yapıldı. Tek Parti döneminin Fiyat Murakabe Komitesine benzeyen bir şekilde Fiyat İstikrarı Komitesi kuruldu. Türkiye iktisadî irrasyonellikte çağ atladı! Ve geldik bugüne. Peki, şimdi ne yapmak gerekir?
Artık zamanı gelmedi mi?
Öncelikle piyasa ekonomisine geçiş sürecinin tamamlanması şarttır. Bunun aşamaları şunlardır: (1) liberalizasyon ile dışa açılma, (2) serbest piyasa mekanizmasının işletilmesi, (3) KİT’lerin özelleştirilmesi. Doğru hamle olan Kalkınma=Piyasa ekonomisi görüşüyle Özal döneminde bunlardan sadece birincisi başarıldı. Diğer iki başlık ise hâlâ etkin bir şekilde çözülmeyi beklemektedir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, 2021 yılında hâlâ bir geçiş ekonomisidir. 40 yıl süren bu piyasa ekonomisine geçiş sürecinin artık tamamlanması şarttır.
Televizyonun ve internetin henüz yaygınlaşmadığı dönemlerde gelişmiş ülkelerle aramızdaki refah farkı sadece ekonomistlerin açıkladığı rakamlardan ibaretti. Artık günümüzün internet dünyasında bu refah farkı gözlerimizin önündedir. Artık, mızrak çuvala sığmamaktadır. Türkiye’nin bugüne kadar tercih ettiği ekonomi politikalarının bizi getirdiği yer burasıdır. Artık bu iktisadî irrasyonelliği terk edip kalıcı bir tercihe ihtiyaç vardır. Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınmasını garanti altına alacak doğru model “Piyasa Ekonomisi+ Demokrasi+ Hukuk Devleti”dir. Türkiye iktisadî anlamda 20. yüzyılını kaybetmiş, 21. yüzyılını da kaybetmek üzeredir. Daha müreffeh bir ülke olup olamayacağımız öncelikle bu üç alanda yapılacak gelişmelere bağlıdır. İzmir İktisat Kongresi’nden bu yana 98 yıl geçti. Artık zamanı gelmedi mi? Bir kere olsun, bir de bunu deneyelim. Geçmiş tercihlerimizin sonuçlarından daha fazlasını kaybetmeyiz.
Bu yazıda bahsettiğim bu kadar insanın sözü tarih boyunca dinlenmemişken benimki dinlenir mi? Hiç sanmıyorum. Sadece bu satırlarda içimi döküyorum.
Kaynaklar
Erol Üyepazarcı, TSKB’nin Öyküsü, 1995
Güneri Akalın, Cumhuriyet dönemi ekonomi politik tarihin liberal yorumu, Orion Kitapevi
İbrahim Betil, Hafiften Bankacılık, Ana Yayıncılık
Fatma Doğruel, A. Suut Doğruel, Türkiye’de Enflasyonun Tarihi, Tarih Vakfı
Selim Somçağ, “Ekonomi 2002’de Büyüdü mü”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, sayı 207, 2003.
Ticaret ve Sanayi Odasında Müteşekkil İstanbul İktisat Komisyonu Tarafından Tanzim Edilen Rapor, Zelliç Biraderler Matbaası, 1341 (1925).
Vehbi Koç, Hayat Hikayem, 1973.