Bir süredir beni bilhassa huzursuz eden bir ‘fark ediş’ süreci içindeyim. Gittikçe güçlenen bir farkındalık bu. Ülkemizin entellektüel dokusu, kumaşı hakkındaki o acı gerçeği ifade etmeye çalışacağım. Bu gerçekten çok acı, çok talihsiz bir kader bu ülke için, bu ülkenin insanları için.
Bu ifade gayretimde sözlerimi artık sakınmayacağım. Evet belki daha ‘yeni yetme’ birisi görülebilirim kimilerine. Ben kim oluyorum ki böylesi bir iddiaya sahip oluyorum! Artık umurumda değil. Ukala gibi görünebilirim. Ama değilim. Çokbilmişlik taslıyor gibi görünebilirim. Ama değilim.
Bu ülkenin aydınları, entellektüelleri liberalizm cahili. Bizim aydınlarımız günden güne, belirli tartışma konuları hakkında yazarken, çizerken cehalete varan bu bilgisizlik kendisini tekrar ve tekrar sahile vuruyor. Onlar liberalizmin sadece adını biliyor, muhtevasını değil. Ne kadar seçkin, iyi eğitimli, donanımlı, dış dünyaya açık olursa olsun, gidemediği, aşamadığı bir çizgi var bizim aydınlarımızın. Sanki gidemediğinden, aşma gücü olmadığından değil, bunu yapmak istemediğinden.
Liberalizmle bağlantılı bir tartışma içindeyken söyledikleri o yetersiz ifadeler kendilerini kolayca ele veriyor. Bu yetersizliğin farkında olmadıkları için o kadar büyük, o kadar çıplak çelişkiler içine düşmelerine rağmen, bu tutarsızlıkların farkına varmaları bile mümkün olmuyor. Onların tefekkürünü benim gibi klâsik liberal çizgiden okuyanların karşısında boşluğa düşmemeleri, liberalleri kendilerine güldürmemeleri neredeyse kaçınılmaz.
Panama sızıntıları nedeniyle kirlilik, yolsuzluk ve yozlaşma yine gündemde. Abartılar, kestirme sonuçlar, gerekçesiz iddialar yine uçuyor, uçuşuyor. Yolsuzluk ve yozlaşma ile liberal ekonomi arasında birliktelik iddiaları için yeni malzememiz Panama’dan geliyor. Aslında nerden geldiği önemli değil. ‘Kirlenme yakınmaları’ açığa çıkan herhangi bir yolsuzluk vakasını liberalizme ‘baştan’ bağlamış durumda.
Bunun son zamanlardaki bir örneğini Hasan Bülent Kahraman’dan edindik (*). Kendisine göre, kirli bir dünyanın izlerini ve işaretlerini “… başka yöntem, ideoloji, pratik yoktur diye insanların kafasına kakılan serbest piyasa ekonomisi/liberal ekonomi hazırladı.” Kahraman bu tespitin gerekçesini, “kavranacak gerçeğin temel taşı”nı da sunar; bu gerçek (vurgu bana aittir) “siyasetle iş hayatının her türlü ölçünün ötesinde iç içe geçişidir.”
Kitabın ortasından konuşacağım. Kahraman’ın liberal ekonomiye yönelik ithamını değil ama bu ithamını üstüne oturttuğu temel taş tespitini tamamen paylaşıyorum. Katılıyorum ve destekliyorum. Ve evet ben bir liberalim. Liberalizm kitabının ortasından bir liberal hem de. Devletin adalet ve güvenlik hizmetlerinde asıl rolü, ek olarak yalnızca eğitim ve sağlık hizmetlerinde (olabildiğince sınırlı seviyede) yardımcı rolü oynaması gerektiğini düşünen, bunun dışındaki, para arzı dâhil bütün diğer işlerin özel sektöre bırakılması gerektiğini savunan bir liberal.
Bu yüzden, yukarıdaki gibi bir “liberal ekonomiye yönelik itham” ile “siyasetle iş hayatının her türlü ölçünün ötesinde iç içe geçişini” eleştirmek arasındaki derin uçurumu ve onulmaz çelişkiyi görebiliyorum. Çünkü liberalizm, tekrar ve tekrar vurgulamaya değer ki, doğuşu itibariyle, siyaset ile iş hayatının her türlü ölçünün ötesinde iç içe geçişini engellemek, bu iç içeliği, bağlantıyı koparmak amacındadır. Liberalizm, hatta, içinde doğduğu tarihsel bağlamda hâkim olan bu iç içeliğe bir tepki olarak doğmuştu. Ve sonrasındaki inkişafı da onun bu aslî muhtevasını bir geliştirme, güncelleme, pratiğe dökme tarihidir.
Liberalizmin bu gelişimi 20. Yüzyıl’da Avusturya İktisat Okulu, Kamu Tercihi Okulu ve Şikago İktisat Okulu akımlarının çalışmaları ile vücut bulmuştu. Naçizane kendime özgü hayat koşullarımın izin verdiği ölçüde uzunca bir süredir Viyana, Şikago ve Virginia’lı ekonomistlerin, sosyal bilimcilerin çalışmalarını okumaktayım. Siyaset ile iş hayatının her türlü ölçünün ötesinde iç içe geçişini onaylayan, destekleyen, doğru bulan, politika normu olmasını iddia eden liberal bir isim bilmiyorum. Ne de bu akımlardan haberdar başka bir ismin bize böyle bir iktisatçı örneği verebileceğini düşünüyorum. Aralarındaki bazı yöntem ve felsefe farklılıklarına rağmen, bu okulların birbirine en yakın olduğu ve durduğu husus budur. Onlar siyaset-ekonomi bağlantısının; siyasetin ekonomiye, ekonominin siyasete karşılıklı tahakküm kurma ve müdahale etme çabasının olabildiğince engellenmesi gereğinde uzlaşırlar. Bu uzlaşmanın kendi çalışmalarındaki izdüşümleri, vurgulama dereceleri farklılaşır sadece. Elbette müsaade edelim de bu kadarı olsun ve sosyal bilimlerden bahsettiğimizi unutmayalım.
Diğer bir abartılı ve de hatalı iddia ekonomik refahın meşruiyeti ve bölüşümü ile ilgili. Yolsuzluk ve yozlaşma ile edinilen servetin toplam dünya servetine oranı % 5 civarında. Yapılabilecek en geniş yolsuzluk ve yozlaşma tanımı ile taş çatlasa bu oran % 10 eder. Ama bütün gelir ve servetin çoğunun gayrimeşru yol ve yöntemlerle edinildiğine inanmamız isteniliyor. Küresel refah, gelir ve servet dinamikleri 1970’lerden bu yana ciddi seviyelerde büyüme kaydetmekte. Bu büyüme eğiliminin iddia edilen kirlenme kapsam ve derecesi ile tutarsızlığı hiç akıllara gelmiyor. Düşünün ki yolsuzluk ve yozlaşma sıfır toplamlı ekonomik oyunlar oldukları halde, yani gayrimeşru yoldan benim zenginleşmem sizin cebinizden ve fakirleşmeniz pahasına olduğu halde, bu yolla küresel ekonomik pastayı büyüttüğümüz iddia, en azından ima ediliyor. Büyüyen, daha çok üreten bir küresel ekonomide esas ve yaygın zenginleşme yöntemi bu olamaz. Pozitif toplamlı, iki tarafın da kazandığı ekonomik işlemler asıl rolü oynadığı içindir ki küresel refah artıyor.
Ve bu refah çok daha adil dağılıyor. Bu sayede dünya tarihinin en kapsayıcı küresel refah yaygınlaşması gerçekleşiyor. BM’nin verilerine göre, son 40-45 yıllık dönemde 2 milyar civarı insan mutlak fakirlik seviyesinden orta sınıfa doğru taşınıyor ve taşıyor. Hal böyleyken, zenginin daha zengin fakirin daha fakir olduğuna dair küresel propagandadan başımız şişiyor. Ve hatta, zengin fakirleri daha da fakirleştirerek daha zengin oluyormuş, diye de ekleniyor. Çağımızın bu en muhteşem en görkemli hurafesi gerçek durumun fersah fersah uzağında kalmaktan başka bir şey yapamıyor. Yazıyı uzatmamak adına burada duyurmuş olayım. Zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olduğunu iddia eden herhangi bir bilim adamı, gazeteci, politikacı, herhangi bir kişiye karşı meydan okuyorum ve onu benimle tartışmaya davet ediyorum. Gerçek durum bunun tam aksi yönde, daha doğrusu, zenginin daha zengin fakirin daha fakir olduğu iddiası küresel refah dinamiklerinde neler olup bittiğini anlatmak için en elverişsiz, en ilgisiz ve en bağnaz ifadedir.
Tekrar, bilâkis, tam tersine diyeceğimiz bir husus daha var. Liberaller ideolojilerin öldüğünü ve tarihin akışının kaçınılmaz bir istikamette ilerleyeceğini hiçbir zaman öne sürmemiştir. Liberalizmin sadece Hayek, Popper, Mises gibi birkaç abidevi ve orijinal isimlerinin eserlerinin incelenmesi bunun anlaşılması için yeter de artar bile. Veya Francis Fukuyama’nın klâsik liberal düşünürler nezdindeki itibarsızlığı da yeterli diğer bir gösterge olmalıdır.
Kahraman’ın yaptığı yegâne doğru tespit “siyasetle iş hayatının her türlü ölçünün ötesinde iç içe geçişi” olduğu içindir ki, tek ideolojinin serbest piyasa olmadığı, hatta neo-liberal hegemonya diye bir şeyin gerçek olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Ekonomik müdahaleciliğin ve bunun getirdiği yolsuzluk ve yozlaşma eğilimlerinin serbest piyasalar aleyhine ve serbest piyasaların yerine zaman zaman ve farklı bölgelerde, ülkelerde mevzi kazandığı bir dünyadır burası.
Bu ülkenin ve dünyanın herkes için daha iyiye doğru dönüşmesi ve gelişmesi bu gerçeğin daha fazla fark edilmesine; bu can sıkıcı ve zararlı cehaletin yıkılmasına bağlı. Türkiye’deki ve dünyadaki en hayırlı yıkım, yaratıcı yıkım bu olacaktır.
(*) Hasan Bülent Kahraman, “İyi ki sızıntılar var…”, Sabah, 06.04.2016, http://www.sabah.com.tr/yazarlar/kahraman/2016/04/06/iyi-ki-sizintilar-var