Ülkede kesif bir siyasî cepheleşme yaşandığı malum. İki cephenin “öncü güçleri” hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir “varlık yokluk” mücadelesi verdikleri duygusunu her söz ve eylemleriyle sergiliyorlar. Toplum adeta sürekli bir sosyal-siyasal olağanüstü hal içinde tutuluyor.
Cepheler arasındaki çatışma öyle sert ki, pek çok sınır arka arkaya aşıldı. Olimpiyatların kıl payı kaçmasına birlikte üzülememek veya bu toplumdan birinin Nobel almasına birlikte sevinememek örneklerinde olduğu gibi. Karşılıklı siyasî nefretleşme sebebiyle, aslında çok kolay duygudaşlık kurulabilecek konularda bile çatışma yaşandı. Yine de bir toplumun ortaklık ve duygudaşlık ölçütlerinin sınırlarında yer alan bu gibi örnekler bile keskin çatışmanın yarattığı iklimde geçici bir histeri haline yorulabilirdi. Eğer sonraki tüm sınırlar da aşılmamış olsaydı!
Savaşlarda bile düşman tarafların uyduğu/uymasının beklendiği minimum bir iki norm vardır. Savaşan tarafların ölülerini çatışma alanından alabilmeleri için bir süreliğine ateşkes ilan edilir ve buna uyulması beklenir. Direnmeyen ve silahsız olan sivillerin katledilmesine savaşta bile pek iyi gözle bakılmaz.
Her türlü farklılığa ve siyasî karşıtlığa izin veren demokrasilerde de, toplumların bazı temel ortak ölçütleri veya sınırları koruması gerekir. Toplum olmayı geçtik insan topluluğu olarak kalabilmek için bile biri sosyal edep diğeri siyasî edep ile ilişkili iki meselede ortak bir tutum alınması gerekir: ölüm ve terör.
Ne var ki bir süredir, en genel sınırların aşıldığına, en temel ölçütlerin hiçe sayıldığına dair güçlü belirtiler görüyoruz. Ortaklaşa sergileyebileceğimiz en temel iki hal olan terörü ve ölümü karşılayış tarzımızda sınırların aşıldığı pek çok vaka yaşadık son dönemlerde. Ama sadece birer örnek bile durumun vahametini göstermeye fazlasıyla yeterli.
Sosyal edep kaybı konusunda iki ölüm vakası örnek verilebilir: Hasan Karakaya ve Levent Kırca. Kamuoyunda tanınan bu kişilerin ölümü üzerine tanık olduklarımız siyasî rekabetin ve partizanlığın ne boyuta geldiğini gösterdi. Bütün kavgalar ve çekişmeler için ölümden ötesi mi var? Kendini savunamayacak ve size cevap veremeyecek biri hakkında tabiri caizse atıp tutmak, ileri geri konuşmak en temel sosyal edebi ihlal etmiyor mu? Ölmüş biri üzerinden elde edilebilecek olası bir siyasî kârın ne kadarlık bir değeri vardır? “Hırsızı evine kadar kovalayan” insan tipini on kere katlayan bu hoyratlığa ne isim verebiliriz bilmiyorum doğrusu.
Siyasi edep kaybı ise terör karşısında ortak bir karşı duruş sergilenememesi yüzünden yaşanmaktadır. Eğer olacaksa, en temel ortaklık, farklı ve muhalif siyasî görüş ve kesimden insanın kimden geldiğine bakmaksızın terör karşısında pozisyon alması olabilirdi. Oysa ülke böyle temel bir ölçütte ortaklaşmanın da uzağında görünüyor.
Bunun son örneği ise PKK ve DAEŞ terörü. Bir terör olayı yaşandığında önce olası kaynağın neresi olduğu tartılıyor, sonra ona göre pozisyon alınıyor. Sempati duyulan örgüt yaptıysa, ya mazeret üretiliyor veya başka tarafa bakarak ıslık çalınıyor. Yok eğer nefret edilen örgüt yaptıysa kıyamet koparılıyor. Birbirinden tamamen farklı bu tepkileri aynı kişiler sergiliyor. “Karşının örgütüyse” yaptığı katliam ve insanlık suçu, “buranın örgütüyse” çaresizlikten veya hak aramaktan kaynaklı elim bir olay oluyor.
Ölüm ve terör karşısında gösterilen bu zavallılık, radikaller veya fanatiklerle sınırlı kalsaydı büyütülecek bir mesele olmazdı. Ancak bu zavallılık hali her iki kesimin ana akım akademisyeni, gazetecisi ve siyasetçisi arasında bulunan pek çok kişide görülüyor.
Birileri kendine bir “dur” desin artık!
Yeni Yüzyıl, 25.01.2016
http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/olum-ve-teror-olcusuzlugu-1061