Paul Hollander’ın The End of Commitment: Intellectuals, Revolutionaries, and Political Morality (Teslimiyetin Sonu: Entelektüeller, Devrimciler ve Politik Ahlâk) adlı kitabını geçtiğimiz günlerde okudum. (https://gread.mediadata.website/718182-FILE.pdf). Hollander eserinde ahlâkî kanaatlere ve düşüncelere sahip aydınların siyasal faaliyetlere bu kanaat ve düşünceleri aşılamaya çalıştığına değiniyor. Entelektüellerin çoğu zaman kendilerini daha az bilgi ve ifade kabiliyetine sahip, ezilmiş kitlelerin sözcüsü saydığına işaret ediyor. Ancak, entelektüellerin kendilerini ezilmiş kitleler ile bu özdeşleştirmesinin seçici olduğuna, tüm ezilmişleri değil, ideolojik olarak tanımlanmış kimseleri-kesimleri kapsadığına işaret ediyor. Bu, ister istemez, fikirler ile davranışlar (veya ideoloji ile siyasî pratik) arasındaki ilişkilerin tartışılmasını gündeme getiriyor.
Hollander, Isaiah Berlin’e atıf yaparak, teşhis edilebilir kişilerin istekleri ve arzuları, hedefleri ve motivasyonları üzerinde odaklanmanın bu meselenin çözümünde, yani tarihî olayların ve insan davranışının anlaşılmasında bize en çok yardımı sağlayacak yol olduğuna dair inancını açıklıyor. Bu, yazara göre, tarihin, gayri-şahsî güçlerin, ekonomik çıkarların, genetik faktörlerin görmezden gelinmesi anlamına gelmiyor. Ancak, genel olarak ‘sübjektif’ faktörler başlığı altında toplayabileceğimiz faktörlerin konuyu anlamadaki yerine ve önemine dikkat çekiyor.
Hollander radikal hareketleri ve totaliter sistemleri besleyen siyasal inançlarla ilgileniyor. Bunların temel özellikleri yaygın ve yoğun şiddetin daha iyi bir dünya ve daha güzel bir toplum elde etmek için yararlı hatta vazgeçilmez bir araç olarak görülmesi, böyle bir şiddet kullanma eğiliminin onu yapanların ahlâkî üstünlüğünün delili sayılması ve ulvî ideallere kavuşmak için kullanılan şiddet aracının ideallerle bir bağının olmamasıdır. Cevabı aranan soru, o zaman, şudur: Neden bu yolda ilerleyen fikirler ve idealler yahut siyasal sistemler bu kadar çok ve mühim entelektüele çekici geldi? Neden bu aydınların çoğu, uzun zaman, hatta bazen bütün ömür boyunca, eleştiri yeteneklerini inançlarına, ideolojilerine teslim etti?
Yazar geçmişin Nazilerini, bugünün İslamcı teröristlerini-fanatiklerini bu tür gruplar arasında görmekle beraber, ana ilgisi komünistler, radikal solcular üzerinde odaklanıyor. Başka bir deyişle, fikirler ve davranışlar (veya ideolojiler ve siyasal pratik) arasındaki ilişkileri bu tür aşırı sol kişiler üzerinden ele alıyor. Bence de çok isabetli olan bu seçimin çeşitli gerekçeleri var. İlk gruba girenler daha ziyade yazarın özel durumuyla ilgili. Bunların en önemlisi ise yazarın profesyonel mesleğine (yani akademisyenliğe) başladığı yıllarda komünizmin hâlâ ayakta ve canlı olması. İnsanlar elbette yaşadıkları dönemden etkileniyorlar. Dönemin olguları, olayları ve figürleri ilgilerini çekiyor. Ben de, yazardan sonraki neşiden olmama rağmen, benzer bir tecrübeyi yaşadım…
Fakat asıl önemli olan sebepler ‘objektif’ oldukları söylenebilecek olanlar. Bunların en başında, komünizmin, Nazizmden farklı olarak, entelektüeller için çok uzun süre -bazıları için hâlâ- tuhaf bir çekiciliğe sahip olması gelmektedir. Nazizm benzer bir ilgiyi ya hiç görmedi ya da, gördüyse bile, çok kısa bir süre için gördü. Ve Nazizm sadece askerî ve politik olarak ezilmekle kalmadı, iyi belgelenmiş kitle katliamları ve onların ardında yatan ırkçı doktrinlerin çürütülmesiyle de itibarsızlaştırıldı. Ama komünizm için asla aynısı vuku bulmadı. Komünist sistemler ve onları destekleyen fikirler daima daha saygın ve adanma ve teslimiyeti ilham etmeye muktedir olarak kaldı. Bu yüzden meselâ Eric Hobsbawm, Jacques Derrida gibi isimler tüm facialarına ve başarısızlıklarına rağmen bir ideal, haklı ve gerekli bir ütopya, Messiyanik bir ideal olarak komünizme bağlı kalmayı sürdürdü.
Hollander’ın saydığı objektif sebepler arasında şunlar da var: Komünizmin hem teorisi hem de tatbikatı itibarıyla tarihin, siyasetin ve psikolojinin konusu olması. Komünist devlet kurma ve komünist toplum yaratma projelerinin büyük çaplı ütopyacı sosyal mühendislik projeleri olmaları. Bu projelerin yarattığı acılar ve tarifsiz sıkıntılar. İlginç bir şekilde, teoride tersinin savunulduğu iddia edilebilecek olmasına rağmen, komünist ülkelerin tüm liderlerinin benzer şekilde megalo-manyak muamelelere tâbi tutulması.
Şüphesiz tüm nedenler geçmişle bağlantılı veya sadece geçmişte kalmış değil. Günümüzle bağlantılı önemli bir neden, konunun eğitim kurumlarında neredeyse hiç ele alınmaması. Bu, yeni nesillerin totaliter hareketlerin tarihi hakkında bilgilendirilmesi ihtiyacının ya hiç farkına varılmadığını ya da tatminkâr biçimde karşılanmadığını gösteriyor. Üstelik komünist oluşumların sivil toplumda var olmaya ve yaşamaya devam etmesi, yani ‘sivil’ totaliter adacıkların varlığı da bu ihtiyacı koyulaştırıyor.
Komünizme bağlılık yazarın Richard Posner’dan aktardığı üzere, bazı durumlar yaratıyor. Bunlar arasında en dikkat çekenleri aşırı pozisyonlar alma eğilimi, evrensellik ve soyutlama için bir iştah, bir ahlâkî saflık arzusu ve arayışı, bir entelektüel kibir, kamusal tanınırlığı ve etkisi olan aydınlara bir seçici empati, bir seçilmiş adâlet hissi, muhtevaya karşı duyarsızlık, ihtiyatlılığa ve soğukkanlılığa karşı sabırsızlık, realizm eksikliği ve aşırı özgüven. Nitekim Posner’ın yaptığı ampirik araştırma da çağdaş entelektüeller arasında üçte ikisinin bu özelliklere sahip sol aydınlar olduğunu bulmuş.
Hollander komünist ülkelerden ve komünist olmayan ülkelerden bir zamanlar komünizme bağlanmış ve komünist örgütlerde hizmet etmiş ama sonra vazgeçmiş insanların izini sürüyor. Komünizme teslimiyetten vazgeçiş çeşitli şekillerde gerçekleşiyor. Bir kısım aydın komünist ülkelere ve liderlere olan inancını ve güvenini kaybediyor ama bir ideal olarak komünizme bağlı kalmaya devam ediyor. Diğer bir kısmı ideolojideki yanlışları görüyor, ideolojiye inanmaktan vazgeçiyor ama bunu kamuya açıklamıyor. Üçüncü ve en dar kesim ise ideolojiden vazgeçiyor ve özgeçmişinde veya değişik yerlerde bunun niçin ve nasıl vuku bulduğunu açıklıyor.
İdeolojiden vazgeçmek elbette kişiye bazı maliyetler çıkartıyor. Maliyetler yaşanan ülkenin özelliklerine göre değişiyor. Komünist ülkelerde yaşayanlar yaşama imkânlarını hatta hayatını kaybetme gibi yüksek risklerle karşılaşabileceği için teslimiyetten vazgeçtiğini açıklamaktan çoğu zaman kaçınıyor. Komünist olmayan ülkelerde yaşayanlar ise eski arkadaşları tarafından dışlanma, ayıplanma ve kınanma gibi risklerle yüzleşebiliyor. Bu da onların ideolojiden vazgeçtiklerini açıklamasını zorlaştırıyor, bazen tamamen engelliyor.
Bu tür çalışmalara çok ihtiyaç olduğu açık. Özellikle Türkiye gibi güçlü sol akımlara sahip ve sahne olmuş ülkelerde. Bildiğim kadarıyla birkaç kişinin itirafları dışında konu pek gündeme gelmedi. Ancak, Hollander’ınki gibi akademik çalışmaların Türkiye’deki radikal sol-ortodoks sosyalizm-komünizm geleneğinin ve gerçeğinin geçmişini ve bugünkü durumunu daha iyi anlamamıza çok yardımcı olacağı kesin.