Faiz lobisi kavramının söylem düzleminde artık iyice yerini sağlamlaştırdığı ve hatta bir zafer kazandığını dile getirmek mümkün gibi görünüyor. Ancak bu söylem zaferi kavramın kendisinin, bilimsel açıdan bakıldığında, bir hurafe olmaktan öteye gidemeyeceği gerçeğini değiştirmez. Söylem şimdiden memleketin yetmezlikten mustarip ekonomik düşünce iklimine bariz bir zarar vermiş durumda. Faiz Lobisi’nden ilham alan kimi ekonomik yorumcular sözüm ona bir et lobisinden, un lobisinden, zift lobisinden, çıtır çerez ve motor lobisinden bahsetmeye başladılar bile. Dikkat ederseniz, bir lobinin varlığını iddia etmenin ardından, neredeyse istisnasız şekilde bir fiyat kontrolü veya ekonomik müdahale çağrısı gelmekte. Bu hiç de şaşırtıcı değil, en azından benim paradigmama yakın olanlar için.
Bilimsel düzlemde ancak sefilleri oynayabilecek bu faiz lobisi söylemi zımnî (ve fark edilmeyen) bir merkantilist ön kabule dayalı. Yani, aslında dikkate değer bir dayanaktan yoksun. Son 10-12 yılın büyüyen ekonomik pastasından ve bunu mümkün kılan AKP yönetiminden bahsederek şişinen zihniyet, konu finansal alana gelince, faiz ve benzeri finansal hizmet ücretlerinin bir tür sömürü olduğunu, ve hatta bütün olarak sektörün de sıfır toplamlı bir oyun olduğunu düşünmekte. Halbuki, hükümetin, yabancı sermaye girişlerine engel olmayarak, nispeten daha rekabetçi bir yapıya ulaşmasını mümkün kıldığı bankacılık sektörü 2003 sonrası büyümenin önemli bir itici gücü. Bu daha rekabetçi bankacılık sektörü olmasaydı, övünülen ekonomik büyüme, neredeyse kesinlikle diyebiliriz ki, daha zayıf bir seviyede kalacaktı. Ama tabiî, bilimsel düşünce disiplinine karşı hurafelerin direnç gücünü yabana atmamak lazım. Merkantilizm ancak ve ancak iktisadın bilim öncesi devrine ait bir fikir kırıntısı olsa da, bugün halen özellikle finans sektörünün sömürücü olduğu ve başka sektörler pahasına zenginleştiği kanaati bir hayli yaygındır. Düşünülür ki, birileri faiz kazancı elde ediyor ise, başka birileri el emeği, göz nuru çalışmasının karşılığından mahrum bırakılmak zorundadır. Gerçekte ise, finansal hizmetlerin yaygınlaşması ile ekonomik kalkınma arasındaki kuvvetli bağa dair yeterince tarihsel tecrübeye ve bu tecrübeleri belgeleyen akademik çalışmalara sahibiz. Sorun, pozitif toplamlı ekonomik faaliyetin finans sektörüne gelince her nasılsa geçerli olmayacağı yönündeki, belki de farkında bile olmadıkları hiçbir temele sahip olmayan ezberdir.
Herkes için kendi çıkarı gayet meşrudur, ve kendi ödediği maliyetlerdeki bir yükseliş ise sanki şeytanî ve gayrimeşru olmak zorundadır. Faizlerdeki ya da şunun bunun fiyatındaki bir yükselişte “lobi lobi” diye sayıklamaya başlayanların kendi ürettikleri mal ve hizmetlerin fiyatındaki yükselişlerden rahatsızlık duyduğunu hiç işitmedik. Yükselen fiyat ve maliyetlerden ötürü kapitalizmi karalayıp, bir tür fiyat kontrolü için çağrı yapanlar hep vardı. Ama suçladıkları bu serbest hareket eden fiyatlar sistemini, yani kapitalizmi, otomobili, akıllı telefonları, veya kıtalar arası uçak yolculuğunu sokaktaki insanın satın alma gücüne dâhil ettiğinden ötürü öven birisini ara ki bulasın. Bürokratları bu öcü böcü söylemine bu kadar meyilli oldukları için belki anlayabiliriz; ekonomik faaliyetten anlamazlar. Ya da “ekonomik faaliyet mi, kontrol etmemiz lazım”ın ötesinde pek bir kavrayışları yoktur. Peki, bu söylemi bu kadar kolay ve çabuk benimseyen iş adamları, size ne oluyor?
Doğru; ekonomik faaliyet ekonomik çıkarları peşinden koşan karar birimlerinin eylemleri sonucunda doğar. Peki bunda kötü olan ne? Herkes kendi çıkarını kollar. Sistem kâr etmeyi garanti altına almaz. Yeni her girişim zarar edip batmak zorunda da değildir. Aslında, piyasaların tarihi tüketicilerin taleplerini daha iyi karşıladığı için gelişip palazlanan yeni girişimlerle doludur. Eğer devlet, kurtarma paketleri denen bir tür yasal soygunu “iflas edemeyecek kadar büyük” dogması ile meşrulaştırıp, sevdiği oğullarına iflas etmeme imtiyazı sağlamıyorsa, yüz yıllık büyük bankalar bile iflas edebilir, nitekim etmişlerdir de. Kâr ve zarar sistemin başlıca yatırım koordinasyon göstergeleridir. Zarar eden caydırılarak daha etkin kaynak kullanımına yönlendirilir, ve bu da süreç üstünde toplum kaynaklarının en az zarar ile kullanılmasını mümkün kılar, yani toplum kazanır. Bu açıdan bakıldığında, sistem ancak hayali bir mükemmellik ile kıyaslandığı vakit etkinsiz görünür. Fakat, beşerî bir kurum olan kapitalizmi, norm olarak kabul edeceğimiz, tanrısal bir mükemmellik ile karşılaştırmak gerçek dünyada pek de işimize yaramayacaktır.
Eğer herkes kendi çıkarı için ve refahını yükseltmek için çalışıyorsa, finansçı neden bunu yapma hakkından alı konsun ki? Bir sektör veya iş dalını olağan işleyişinden ötürü kınamamız ne kadar doğru olur? Bu noktada, faiz lobisi söylemini görünüşte makul kılan bir vaziyetin mevcudiyetini de not etmeliyiz. Artık bir kişi kültü konumuna yerleşmiş olan liderin yönetimi altında, politik tarihimizin en başarılı seçim sonuçlarına ulaşarak ülkenin son 10 yılına hemen her bakımdan damgasını vurmuş iktidardaki muhafazakâr bir hareketin ana muhalefeti CHP kanadıdır. Ve ne yazık ki, ülkemizde finans sektörü ekseriyetle devlet ideolojisinin gönüllü taşıyıcısıdır. Bu konjonktürel rast geliş nedeniyle, dikkatsiz bir gözlemciye bir faiz lobisi varmış gibi görünecektir. Ama sadece zahiren; çünkü sırf ideolojisinden ötürü hiçbir vatandaşın ekonomik faaliyeti gayri meşru veya kötücül görülemez. Bir bankacıyı Kemalist olduğu için kredi verme işinden men edemeyiz, tıpkı komünist bir iş adamını Küba veya Kuzey Kore’ye defedemeyeceğimiz gibi.
Bu dünyada komploların ve komplocuların hiç olmadığını düşünecek kadar saf olmayı tercih eden bazı liberallere katılmam mümkün değil. Dahası, Kamu Tercihi Okulu’nun naçizane bir öğrencisi olarak, “rant peşinde koşan” (rent-seeking) etkinliklerin genel ekonomik refaha yönelik risklerini göz ardı etmem de mümkün değil. Fakat, bu rant peşinde koşan gurupların var olmasını sağlayan şey politik alanın piyasa ekonomisi sahası üstündeki tahakkümüdür. Ekonomik faaliyetin kendisi haddi zatında bu tür oluşumları doğurmaz. Bu oluşumları teşvik eden şey devletin ekonomik pasta içindeki gereksiz büyüklüğe sahip payı ve bu pastanın bütünü üstündeki keyfî müdahale yetkileridir. Devlet “büyük devlet” olduğu için, kendisini bir araç olarak kullanan ve bu suretle başkalarının ürettiği pahasına kendi cebini dolduran girişimlere yol vermektedir. Liberal demokratik bir düzende, bunu yapmanın bir yolu yoktur. Tek yol dürüst çalışmadır, diğer insanların yaptığı ve olması gerektiği gibi. Bu açıdan söylememiz gereken ise şudur. Devletin finansal alana müdahaleleri de asgarî seviyede ve azamî öngörülebilirlikle gerçekleştirilmelidir. Futbol oyunu için sıkça yapılan bir benzetmeyle, en iyi hakemin varlığını en az hissettiren hakem olması gibi, en iyi devlet de varlığını en az hissettiren devlettir. Sadece finansal karar birimleri birbirlerine faul yaptığında devreye giren, ve oyunun genel kurallarını yaptırım gücüne sahip bir şekilde gözeten bir devlet ekonomik istikrara katkı ve vatandaşları arasında adil olma görevlerini daha etkin bir şekilde gerçekleştirebilecektir.
Son olarak, konuyla ilgili muhalefetin durumuna değinmek isterim. Diğer pek çok konuda olduğu gibi, burada da bir muhalefet boşluğu oluşturmuş durumdalar. Devasa bir sosyolojik boyut taşıyan AKP olayının kendisinin bir komplo olduğunu son 10 yıldır tekrarlamanın dışında bir anlayış geliştirememiş olanların faiz lobisi yok demelerine pek bir değer veremiyorum. Eğer, yarın öbür gün bir kaza olur da, Allah korusun iktidara gelirlerse, kendi muhaliflerine faiz lobisi ya da başka elverişli bir adlandırma ile komplocu zihniyetin çerçevesinden bakmayacaklarına dair bir güven beslemem imkânsız. Fakat en azından bu konuda içim rahat olmalı sanırım. Çünkü bu muhalefetin, “iktidara gayrimeşru yollardan gelmenin önü artık kapalı” diye düşünüp, seçmeni ikna gayretine girişmesine daha çok uzun yıllar var gibi görünüyor. Son seçimde de başarılı olduklarını iddia edebilecek kadar serbest stil bir samimiyet düşüşü kaydetmeleri bu düşüncemi destekleyen son göstergelerden birisi.
unsalcetin@liberal.org.tr