Anayasa meslesinde küçük bir ümit

Anayasa Uzlaşma Komisyo-nu’nun bu yöndeki çalışmalarını durdurmasıyla, yaklaşık iki yıl süren “yeni anayasa” yapımı süreci ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlanmış oldu.

Sürecin sona erdiğini, TBMM Başkanı’nın Komisyon başkanlığından çekildiğini açıklaması ve Komisyon’un AKP’li üyelerinin Komisyon çalışmalarına artık katılmayacakları yolundaki beyanları tescil etmiş oldu. Aslına bakılırsa, sonucun böyle olacağı epey bir süredir, hatta belki de baştan beri, belliydi.

Bu başarısızlığın izlenen usulden kaynaklanan nedenleri de bulunmakla beraber, kanaatimce asıl neden, bu sürecin ana aktörleri olan siyasî partilerin meselenin esasına bakışlarındaki yanlışlıktır. Nitekim, bu süreçte baştan beri her ne kadar “yeni anayasa”dan söz ediliyor idiyse de, CHP adına yapılan bütün açıklamalar, bu partinin meseleyi “anayasa değişikliği” olarak gördüğünü açıkça ortaya koyuyordu. Aynısı MHP için de söylenebilir. Daha da önemlisi, Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmaları yürütüş biçimi, girişilen işi, onun “yeni anayasa” yerine bir “anayasa değişikliği” çalışması olarak gördüğünü gösteriyordu. Bu nokta, yeni anayasa maddelerini formüle ederken hareket noktası olarak yürürlükteki anayasayı almalarından da kolaylıkla anlaşılabiliyordu.

Oysa, 1982 Anayasası’nı model alan, onu madde madde izleyen bir sözde anayasa-yazımı çalışmasıyla “yeni anayasa” yapmanın mümkün olmayacağı her türlü izahtan varestedir. Bu vesileyle bir kere daha özetle belirtmek gerekirse: Her anayasa, onun karakteristik özelliğini belirleyen temel bir bakış açısına, bir paradigmaya dayanır. Bu paradigma, siyasî birliğin ve devlet-toplum ilişkisinin nasıl kavrandığını gösterir. Bu durumda yeni anayasa, kısaca, yeni bir toplumsal-siyasal paradigma demektir. Onun içindir ki, 1982 Anayasası’nın arkasında yatan siyasî felsefeden kategorik bir kopuşu gerçekleştirip zihinlerimizi özgürleştirmeden sahiden “yeni” bir anayasa yapmak mümkün değildir.

Daha özel olarak, böyle bir paradigma değişikliğine gitmeden Kürt sorununu da çözmek mümkün değildir. Açıktır ki, Kürt sorununun çözümü, türdeş ulus anlayışıyla birlikte devlet-millet özdeşliğine dayanan, devletçi-milliyetçi, merkeziyetçi ve tekçi bir siyasî-idarî sistemden; devletten değil toplumdan hareket eden, devletle milletin aynı şey olmadığını ve milletin kendi içindeki farklılıkları olağan ve meşru kabul eden çoğulcu bir toplum tasavvuruna ve adem-i merkeziyetçi bir siyasî paradigmaya geçmek şarttır. Yeni anayasa meselesi, bu bakımdan da hayatî önemdedir. Oysa, Kürt sorununun çözümüne angaje olmuş görünen iktidar partisi bile ne böyle bir zihinsel dönüşüme ne de dolayısıyla anayasa meselesini bu perspektiften görmeye hazırdır.

Nihayet, AKP’nin yeni anayasa yapma konusundaki kararlılığının, bu partinin iktidarını konsolide etmesini mümkün kılan 2010 anayasa değişikliği referandumundan sonra zayıflamış olduğu da gözden kaçacak gibi değildi. AKP liderliğinin, bu değişiklikle elde ettiklerinden sonra, geri kalan tek büyük hedefi olan “başkanlık sistemi”ne geçmeyi -kamuoyundaki yaygın hoşnutsuzluk ve diğer partilerden gelen direniş nedeniyle- gerçekleştiremeyeceğini anlaması onu “yeni anayasa” için uğraşmaya değmeyeceği düşüncesine götürmüş olsa gerektir. AKP’nin diğer partilere Komisyon’da üzerinde uzlaşılmış olan 59 maddeyi anayasallaştırma çağrısı yapmış olmasını –bununla yetinmeyi içine sindirebilmiş olmasını- bu arka planın ışığında anlamak mümkün olmaktadır.

Yine AKP açısından anlaşılması zor ve tuhaf olan durum, Kürt sorununun çözümünü amaçlayan ama bir süredir duraklamış görünen “açılım” sürecinde son zamanlarda iyi-kötü yeni bir adım attığı halde, bu davanın yeni anayasa meselesiyle hiç ilgisi yokmuş gibi davranmasıdır. Nitekim, üzerinde uzlaşıldığı söylenen madde formülasyonlarının Kürt sorununun çözümünü kolaylaştırıcı veya destekleyici bir yanı yoktur. Oysa, Kürt sorununun çözümünü ciddiye alan bir iradenin, bu yönde pozitif-anayasal bir adım atamasa bile, en azından çözüme ayakbağı olan kimi anayasal hükümlerin tasfiyesinde ısrarlı olması beklenirdi.

Sonuç olarak, şu veya bu nedenle, Türkiye toplumunun “yeni anayasa” ümidi şimdilik suya düşmüştür. Siyasî partilerde bir daha ne zaman yeni anayasa yapma iradesinin yeşereceği veya toplumun onları buna mecbur bırakacağı halihazırda belli değildir. Ama yine de, toplum olarak böyle bir iradenin ortaya çıkmasını beklemeden acilen yapmamız gerekenler var. Kürt sorununun çözümü böyle acil bir meseledir ve, yukarıda işaret ettiğim gibi, bunun zorunlu olarak anayasal bir yönü var.

Değerli meslektaşım Prof. Dr. Levent Köker, bu gazetede çıkan son yazısında, mevcut şartlar altında, hiç değilse Kürt sorununun çözümü bağlamında iki mütevazı anayasa değişikliği yapılmasını zorunlu görüyor. Benim de katıldığım bu öneriye göre, ilk olarak Anayasa’nın 42. maddesinin “anadilde eğitim” yasağı getiren son fıkrası acilen kaldırılmalıdır. İnsanın yazarken bile yüzü kızarası geliyor bu hükmü: “Türkçeden başka hiçbir dil eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”. İkinci olarak da, Köker’in nitelediği şekliyle, “yerel yönetimler üzerinde ‘idarenin bütünlüğü ilkesine bağlı vesayet denetimi’ni öngören” Anayasa’nın 127. maddesinin beşinci fıkrası hükmünün ve buna paralel olarak Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na getirilmiş olan kısıtlamaların kaldırılması gerekir. Ben bu adımlara, Anayasa’nın gerek Kürt meselesiyle ilgili olarak gerekse genel olarak daha özgürlükçü-demokratik yönde okunmasını kolaylaştıracak olan küçük bir adımı daha eklemek istiyorum: “Başlangıç” kısmının Anayasa metninden tamamen çıkarılması.

 

Bu görevde inisiyatif almak herkesten önce, hem yasama organında en büyük temsil gücüne sahip olan hem de Kürt sorununu çözmeye ahdetmiş görünen iktidar partisine düşüyor. Ve tabiî, başta BDP’nin desteğine ihtiyaç gösteriyor.

Bu yazı Zaman Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et