Hoşgörü (toleration) kavramı günümüzde sıklıkla liberal demokratik devletin niteliği olarak tanımlanmaktadır. Bu kullanımın, hoşgörünün Batı’da ortaya çıkışı bağlamında tarihsel bir karşılığı bulunuyor. Ancak, bu gün için anakronik ve hatalı bir hale gelmiştir. Liberal bir devletin çeşitlilik ve çoğulluk meselesine ilkesel yaklaşımını ifade etmek üzere hoşgörü yerine tarafsızlık çok daha yerinde ve doğru bir ifadedir. Bu meseleyi başka bir yazıda açmak üzere şimdilik bir kenara bırakalım.
Şimdi, hoşgörü esas olarak devletin değil, kişilerin bir vasfı veya erdemi olarak kullanılmaya uygundur. Bununla birlikte, hoşgörülü kişilerin çoğunlukta olduğu bir ülkede, toplumun birlikte yaşama kültürüne atfen bir niteleme olarak da kullanılabilir. Dolayısıyla, “hoşgörülü kişiler”den ve farklı olanı barındırması ve hayat hakkı tanıması bakımından toplumun yüksek kapasitesini ve özgürlükçü iklimini ifade etmesi anlamında “hoşgörünün bulunduğu veya yüksek olduğu bir toplum”dan bahsedilebilir.
Hoşgörü kelimesi; tahammül etmek, katlanmak, müsamaha göstermek, müsaade etmek ve güçlük çıkarmamak gibi anlamlarla yüklüdür. Kişinin felsefî, fikrî, ideolojik, siyasî, dinî, cinsel, ahlâkî veya yaşam tarzı bakımdan kendisinden farklı olan karşısında aldığı belli türde bir tutum ve davranışı ifade etmektedir. Hoşgörü, farklı olan karşında alınan ılımlı bir muamele tarzını ifade etmektedir. Ancak her ılımlı davranış sosyo-politik manadaki hoşgörü içine yerleştirilemez.
İlk olarak, doğal veya gönüllü kurulan ilişkilerde ve birbirlerine bağlı, benzer ve yakın olanlar arasındaki ılımlı davranış hoşgörü kavramının dışında kalmalıdır. Çeşitlilik ve çoğulluk durumu içinde öteki ile, farklı olan ile, bizim dışımızda ve bizden uzak olanla kurulan ilişkiye dair bir tanımlamadır hoşgörü. Örneğin bir babanın asi kızına karşı gösterdiği müsamahayı değil, aynı babanın kendisi dindar bir Müslüman olmasına karşın yanında çalışan Hristiyan kişiye karşı gösterdiği müsamahayı ifade eder. Bu ikisi tümden ilişkisiz değildir elbette, ancak aynı da değildir.
İkinci olarak, karşılaşmanın yaşandığı farklık konusunun kişi bakımından önemli ve anlamlı olması gerekir. Kişi açısından bir önemi olmayan, kişinin farkına bile varmadığı, bir anlam yüklemediği veya umurunda olmayan bir konudaki farklılık karşısında sergilediği ılımlı tutum ve davranış bu kategoriye girmez. Kendisi için oldukça önemli bir konuda çatıştığı, doğru bulmadığı, onaylamadığı, değiştirilmesi veya düzeltilmesi gerektiğini düşündüğü bir farklılığın olması gerekir. Örneğin, başörtüsünü kişinin giyim tercihinin bir sonucu olarak gören bir hocanın başörtülü bir öğrencisine karşı tutum ve davranışları tanıma girmez. Ancak, başörtüsünü kadının köleliğinin bir sembolü olarak gören ve kadınların bundan kurtulması gerektiğini düşünen Kemalist bir hocanın başörtülü bir doktora öğrencisine yönelik tutum ve davranışları girer.
Üçüncü olarak, kişinin, farklı olan öteki kişi karşısında daha güçlü olması ve onu zora düşürebilecek çeşitli imkân, avantaj ve fırsatlara sahip olması gerekir. Kişi onaylamadığı, doğru bulmadığı ve çatıştığı farklılığın taşıyıcı olan kişiye karşı, ikisi arasındaki ilişkinin bağlamına göre değişen (paranın, sayının, bilginin, uzmanlığın, statünün, makam-mevkiin vb.) araçların sağlayabileceği bir güce sahip olması gerekir. Ev sahibi-kiracı, patron-işçi, amir-memur, hoca-öğrenci gibi öteki ile ilgili karar verme konumunda olmaktan kaynaklanan güç bu duruma örnek olarak verilebilir.
O halde, sosyo-politik manada hoşgörü; kişinin kendisinin önem verdiği bir konuda, olumlamadığı bir farklılığın taşıyıcısı kişiye karşı, gücü ve fırsatı olmasına rağmen, söz konusu farklılık sebebiyle elindeki güç vasıtasıyla karşısındakini değişmeye ve vazgeçmeye zorlamak, cezalandırmak, kötü muamelede bulunmak gibi tutum ve davranışlar sergilemekten kendi iradesiyle kendisini men etmesidir.
Hoşgörüyü, kişilerin ötekinin farklılığına karşı gösterebilecekleri müsamaha kapasitesini gösteren bir skala üzerinde düşünebiliriz. Skalada belli bir çizginin altındaki kişiler ve toplumlar için hoşgörüsüz ifadesi kullanılabilecektir. Bu çizgi bir anlamda hoşgörünün en alt sınırı gibi düşünülebilir. Bu sınır çağa, döneme, ülkelere, toplumlara, cemaatlere veya içinde bulunulan şartlara göre değişebilir. Diğer taraftan, bir kişiyi genel olarak hoşgörülü olarak tanımlasak bile, her kişinin hoşgörü kapasitesinin belli bir üst sınırı olacağı açıktır. Hoşgörülü biri bile, bazı durumlara/farklara hoşgörü göstermekten kaçınabilecektir. Örneğin, kişi genel olarak hoşgörülü olarak tanınsa bile, bir tecavüz hükümlüsüne iş vermeyi reddedebilir.
Hoşgörüyü anlamak için “tanıma” ve “saygı” gibi iki kavramın da zikredilmesi lazım. Hoşgörü adeta bu iki kavramın ortasında bir yerde bulunur. Tanımayı demokratik bir sistem içinde, kişinin toplumun her bir üyesinin kendisi gibi eşit hak ve özgürlüklere sahip olduğunu kabul etmesi olarak ifade edebiliriz. Kişi ötekini tanımaya mecburdur, çünkü diğer kişinin hak ve özgürlüklerini tanımayarak ihlal ettiğinde yasa yoluyla cezalandırılır. Hoşgörü ise ceza veya zorlama olmaksızın kişinin kendi rızasıyla sergilediği bir tutum ve davranıştır. Saygı duymada ise hoşgörüden çok daha fazlası sergilenir. Sadece müsamaha etmeniz veya izin vermeniz değil, söz konusu farklı fikre, değere, inanca veya yaşam biçimine değer vermeniz, onu kıymetli ve onurlu bulmanız ve belki sonrasında, takdir ve teşvik etmeniz anlamına gelir.
Birarada yaşayabilmek için asgari şart tanımadır. Tanıma olmadan birarada yaşayamayacağımız için yasanın zorlayıcılığına bağlanmıştır. Lakin, tanıma “birarada” yaşamamızı desteklese de “birlikte” yaşamamıza yetmez. İşte hoşgörü vasfı veya erdemi birlikte yaşamamız için gerekli olandır. Farklı olan ile iletişim ve etkileşim halinde olabilmek, bu iletişim ve etkileşimin karşılıklı sağladığı her türden zenginleşme ve gelişmeye imkân verebilmek, tamamen gettolara bölünmüş bir topluluk değil, toplum olabilmek için hoşgörüye ihtiyacımız var.
Bununla birlikte, onaylamadığımız, doğru bulmadığımız, zararlı ve kötü bulduğumuz, yaygınlaşmasını istemediğimiz, değiştirilmesi ve düzeltilmesini gerekli gördüğümüz farklara hoşgörüyü aşarak saygı da duymamızın talep edilmesi anlamlı değildir. İnsanlar sıklıkla “tanıma” ile “saygıyı” birbirine karıştırıyorlar, oysa ikisi farklıdır. İlki nötrdür, ikincisi olumlama yüklüdür. Örneğin, hümanist birinin ırkçı birine/ırkçılığa karşı saygı duymasını veya dindar birinin eşcinsel birine/eşcinselliğe saygı duymasını ummak, kişilerin kendi varoluşsallıklarını inkâr etmelerini veya çiğnemelerini istemek anlamına gelebilir. Üstelik, herkesin bu şekilde farklı olana karşı saygı duyduğu bir durumda, aslında gerçek anlamda farklarımız ortadan kalkmış, birbirimize benzeşmişiz, aynı olmuşuz demektir.
*Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü