“Çatı aday” Ekmeleddin İhsanoğlu, Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (DİTAM) düzenlediği bir toplantıda Diyarbakır’da sivil toplum kuruluşu temsilcileriyle buluştu. CHP’den iki genel başkan yardımcısının (Sezgin Tanrıkulu ve Erdoğan Toprak) eşlik ettiği toplantıda İhsanoğlu, kendi perspektifini anlattı ve katılımcıların sorularını yanıtladı. İhsanoğlu konuşmasında üç noktanın üzerinde durdu. İlkin, seçimin adil koşullarda yapılmadığını anlattı. Adaylardan birinin (Erdoğan’ın) devletin bütün gücünü arkasına aldığını, buna karşın diğer ikisinin (kendisinin ve Demirtaş’ın) her türlü imkândan yokusun bırakıldığını söyledi. Ayrıca, adaylığın kesinlik kazandığı tarih ile seçimin yapılacağı tarih arasındaki bir aylık sürenin çok kısa olduğunu, böylesine dar bir seçim takviminin dünyanın hiçbir ülkesinde bulunmadığını dile getirdi. Demokrat, dindar ve laik İkinci olarak İhsanoğlu, Türkiye’nin nasıl bir cumhurbaşkanına ihtiyaç duyduğuna dair fikirlerini açıkladı. İhsanoğlu’na göre cumhurbaşkanı, öncelikle demokrat olmalıydı. Farkı dinler, görüşler ve mezhepler arasında bir ayrımcılık yapmamalı, eleştirilere kulak vermeli, kendisine karşı çıkan herkesi hedef tahtasına oturtmamalıydı. Bunun yanında cumhurbaşkanı, milletin değerlerine saygılı biri olmalıydı. Türkiye’de yaşayan insanlar genel olarak dindardı, ama aynı zamanda laiklik hassasiyetine de sahipti. Yani millet hem dini hem de laik değerlere sahipti. Dolayısıyla cumhurbaşkanının da bu değerler içselleştirmesi ve onlara uygun davranması gerekirdi. İhsanoğlu’na göre, salt bir parti tarafından desteklenen “partili” bir cumhurbaşkanının Türkiye’nin sorunlarını çözemeyeceğini ifade etti. Partili bir cumhurbaşkanı tarafsız olamayacak, sorun çözmekten ziyade yeni sorunlar çıkaracaktı. Kendisinin ise farklı bir pozisyonu vardı. O, farklı siyasi eğilimlerin temsilcisi olan (milliyetçisinden sosyalistine kadar) çok sayıda siyasi partinin üzerinde uzlaştığı bir isim olma özelliği taşıyordu. Cumhurbaşkanlığını bir “vatan görevi” olarak gördüğü için kendisine yapılan teklifi kabul etmişti. Yoksa hiçbir siyasi partinin adamı değildi, hiçbir siyasi partinin programını üstlenmiyordu. ‘Nadide birliktelik’ Üçüncüsü ise Kürt meselesiydi. İhsanoğlu’nun Diyarbakır’a davet edilmesinin asıl maksadı, onun Kürt meselesine bakışını kamuoyuyla paylaşmasıydı. İhsanoğlu da bunun farkında olduğunu ve beklentileri karşılayacağını belirtti. Öncelikle bu topraklar üzerinde bin yıldır birlikte yaşama tecrübesinin çok değerli olduğunu vurguladı. Ona göre bu, dünya tarihinde çok “nadide bir birliktelik” idi ve mutlaka korunması gerekirdi. Zaman içinde birtakım hatalar yapılmış ve sorun ondan çıkmıştı. Ama bugün hataları kabul edip azaltmaya çalışmak lazımdı. Ayrıca unutulmamalıydı ki, herkes hata yapmıştı, kutuyu açıp herksin hatasını yüzüne vurmaya da gerek yoktu. Daha büyük hatalar yapmaktan sakınmalı, Çanakkale ve İstiklal Savaşı’nda olduğu gibi birlikte hareket etmeli, farklı gruplarının temsil edildiği Birinci Meclis’in ruhunu yakalamalıydık. Çözüm Süreci’ne gelince; İhsanoğlu, bu sürecin mutlaka neticelendirilmesi gerektiğini söyledi. Ancak çözüm, kısa ve dar vadeli olmamalı, uzun vadeli ve akılcı bir stratejiye dayanmalıydı. Çözüm üzerinde herkes mutabık kalmalıydı. Ona göre, kendisi kabul etse dahi toplumun farklı kesimlerinin karşı çıkacağı şartların olması halinde gerçek bir çözümden söz edilemezdi. Bu itibarla, ancak koşullar üzerinde herkes hemfikir olduğu takdirde bir çözüm olabilirdi. ‘Bağımsız Kürdistan’ı tanıyacak mısınız?’ Özetlemeye çalıştığım bu konuşma salonda herhangi bir heyecan uyandırmadı ve kimseyi de tatmin etmedi. Zira tümüyle iyi niyet sözcükleriyle bezeli ve temenniler içeren bir konuşmaydı. Siyasi bir pozisyon almaktan özenle imtina etti İhsanoğlu. Ama katılımcıların somut sorunları vardı. Nitekim toplantının soru-cevap kısmı başladığında İhsanoğlu’na bu somut sorunlara tekabül eden 20 kadar soru yöneltildi. Bazılarını not ettim: * Bir demecinizde “Kürtçe bir medeniyet dili değildir” demiştiniz. Bunu açıklayabilir misiniz? * Memleketin en temel sorunu Kürt sorunu ve burada bir süreç devam ediyor. Müzakere sürecinde Öcalan’ın uzattığı eli tutacak mısınız? * Cumhurbaşkanı seçildiğinizde Kürt kimliğinin anayasal teminat altına alınması için çaba gösterecek misiniz? * Sizi destekleyen iki parti (MHP ve BBP) çözüm sürecini bir ihanet süreci olarak görüyorlar. Siz ise süreci desteklediğinizi söylüyorsunuz. Bu bir çelişki değil mi? * Okul öncesi eğitimden üniversite eğitimine kadar anadilde eğitim hakkını tanıyacak mısınız? * Ortadoğu’da önemli gelişmeler oluyor. Sınırların değişmesi ihtimal dâhilinde. Bağımsızlığını ilan ettiğinde Kürdistan’ı tanıyacak mısınız? * Suriye Kürdistanı (Rojava) ile ilişkileriniz nasıl olacak? * Kürtçenin ikinci resmi dil olması hakkında düşünceleriniz nelerdir? * Kürtlerden ve mağdur edilen diğer toplumsal kesimlerden devlet adına özür dileyecek misiniz? * Uzunca bir sürede beri kapalı olan Türkiye-Ermenistan sınırının açacak mısınız? Takip edebildiğim kadarıyla İhsanoğlu bu sorulardan sadece dile ilişkin olanına ayrıntılı bir cevap verdi. Kürtçenin derin bir tarihe sahip olduğunu, 12. Yüzyıldan itibaren bu dilden eserler üretildiğini bildiğini belirti. “Bilim dili değil” derken, bazı bilimsel kavramların karşılığının Kürtçede bulunmamasını kast ettiğini, bu çerçevede Türkçenin de henüz bir bilim dili olmadığını söyledi. Nitekim üniversitelerimizin İngilizceye yönelmelerinin altında da bu eksiklik yatıyordu. İhsanoğlu’na göre, anadili ana sütü gibi mukaddesti. Anadilinin yasaklanması yanlıştı. Kürtçede eğitim yapılmalı ve Kürtçe öğretmenleri bir an önce kadrolarına atanmalıydı. İçte ve dışta Kürt meselesi İhsanoğlu Kürt meselesine ilişkin soruları birebir yanıtladı, soruları “iç” ve dış” olmak üzere ikiye ayırdı ve öyle yanıtlamayı tercih etti. İhsanoğlu’na göre, içerdeki Kürt sorunun çözümü için sürmekte olan sürecin daha geniş tabana yayılmalı ve Meclis’te tam bir mutabakat sağlanmalıydı. Süreci şahıslara bağlamak yanlıştı. Gücün tek bir elde toplanması büyük bir hata olurdu; böyle bir durumda ne Kürt meselesi ne diğer meseleler bir çözüme ulaştırılabilirdi. Devlet yurttaşlarına eşit fırsatlar yaratmalı, çoğulculuk ve çokseslilik temeline dayanan bir demokrasiyi kurmaya çalışmalıydı. Dıştaki Kürt meselesinde ise dikkat edilmesi gereken, parçalanmanın büyük bir risk içerdiğiydi. Suriye ve Irak gibi ülkeler dil, din, mezhep, ırk veya etnik kimlik üzerinden bir parçalanma yaşarsa, bu başka ülkeleri ve başka sınırları da tetikleyebilir, çatışmaları ve uzlaşmazlıkları içinden çıkılmaz hale getirebilirdi. Bunun yerine Ortadoğu’da barış tesis etmeye ve refahı paylaşmaya çalışmak daha doğru olurdu. Hayat bayram olsa! Elbette bu genel geçer ifadeleri (çoğulculuk, çokseslilik, barış, refah) ihtiva eden cevaplar kimseyi ikna etmeye yetmedi. Toplantıyı birlikte takip ettiğim bir dostum, İhsanoğlu’nun hiç kimsenin karşı çıkmayacağı temennileri art arda gelince “Ya bari seçim şarkısı olarak da ‘Hayat bayram olsa’ tercih edilseydi, bu söyleme cuk diye otururdu” diye seslendirdi düşüncesini. Bu düşünce, lisan-ı münasiple İhsanoğlu’na da söylendi; sözlerinden bir siyasi tavır çıkartılamayacağı belirtildi. İhsanoğlu’nun buna cevabı ise, buraya siyasi vaat vermek için gelmediği, zaten cumhurbaşkanının da siyasi bir vaat de bulunmayacağı şeklinde oldu. Ona göre cumhurbaşkanının ne yapabileceği anayasada belliydi. Bu da devletin ve milletin birliğini temsil etmekle, kurumlar arasında koordinasyonu sağlamakla ve 104. maddede belirtilen görevlerle sınırlıydı. Kendisi de böyle bir cumhurbaşkanlığına talipti, yoksa siyasi bir makama değil. Milliyetçi sağ seçmen hassasiyeti İhsanoğlu’nun toplantıda yaptığı konuşma ve sorulara verdiği cevaplar iki noktaya işaret ediyor: Birincisi, İhsanoğlu milliyetçi sağ seçmenin hassasiyetlerine muazzam dikkat eden bir dil kullanıyor. Sanırım İhsanoğlu’nun ekibi, Kürtlerden İhsanoğlu’na oy gelmeyeceğinden ve CHP seçmeninin her şart altında İhsanoğlu’nu tercih edeceğinden emin. Bu nedenle Kürtlerden ve CHP’lilerden ziyade, Erdoğan’a kayma ihtimali bulunan, MHP ve BBP seçmenine sesleniliyor. Onları rahatsız edecek imalardan dahi kaçınılıyor. Mesela Çözüm Süreci’ne ilişkin sorular da çok yuvarlak cevaplarla geçiştiriliyor, her anlama çekilebilecek ifadeler kullanılıyor. İkincisi, İhsanoğlu, adaylığının açıklandığı ilk günden beri, Erdoğan’ın karşıt kutbunu temsil eden bir kampanya yürütüyor. Erdoğan’a atfedilen özelliklerin zıddını temsile soyunuyor. Yani sinirli, sert, kibirli, tarafgir, siyasetçi, uzlaşmaz ve otoriter Erdoğan’a karşı sakin, yumuşak, mütevazı, tarafsız, siyaset-dışı/üstü, uzlaşmacı ve demokrat bir İhsanoğlu portresi çizilmeye çalışılıyor. Erdoğan bir iddia ortaya koyuyor, mesela yeni bir Türkiye’den, yeni bir anayasadan bahsediyor. Oysa İhsanoğlu’nun bir iddiası yok, dahası bir iddia öne sürmeyi doğru bulmuyor; o mevcudu muhafazadan veya en iyi ihtimalle tadil etmekten yana. Dolayısıyla İhsanoğlu’nun stratejisi, sadece anti-Erdoğan’cı bir konuma oturup ondan rahatsızlık duyan kitleyi arkasında tahkim etmeye dayanıyor. Bu strateji bir noktaya kadar iş görür. Zira toplumda Erdoğan’dan nefret eden hatırı sayılır bir kesim var ve bu kesim -herhangi bir şey söylemese de- İhsanoğlu’nun arkasında durur. Ama tek başına bu, seçim kazandırmaya yetmez. Çünkü İhsanoğlu kabul etmek istemese de, cumhurbaşkanlığı siyasi bir makam ve yarış da siyasi bir yarış. Siyaseti paranteze almış gibi yaparak, suya sabuna dokunmayarak, bu yarışta başarı sağlanamaz.
Serbestiyet, 27.07.2014