Şiddetin kapısına kilit vuralım

Çözüm Süreci en büyük tehlikeyi 6-8 Ekim Ekim’de yaşadı. Sokakta kol gezen şiddet, korkunç bir şekilde öldürülen insanlar, harabeye çevrilen şehirler, toplumun her kesiminde ciddi bir kırılma yarattı. Süreç şiddetin durması üzerine kurulmuştu. Sürecin hedefi de şiddetin sonlanması ve sorunlarının demokratik siyaset yoluyla çözülmesini sağlayacak zeminin kurulmasıydı. Şiddetin insanı ürkütecek tarzda geri dönmesi, hem temeli sarstı, hem de hedefi belirsizleştirdi. Hükümet sürecin “türbülansa girdiğini” söyledi, HDP bir “kriz” yaşandığını bildirdi. Sürecin akıbeti tartışmaya açıldı. Hadiselerden sonra kimileri sürecin bitmesinden samimi bir şekilde korktu, kimileri de sürecin bitmesine dair beklenti ve temennilerini tazeledi. Muhtemel tehlikeler 6-8 Ekim kırılması, sürecin taraflarına aslında sınırlarını hatırlattı. Tekrar bir çatışma haline dönülmesi durumunda önlerinde ne gibi muhtemel tehlikelerin olduğunu net bir şekilde anlamlarını sağladı. Hükümet gördü ki; PKK’nin şehirdeki güçlerini çok çabuk ve kolay bir şekilde mobilize edebiliyor. Bu güçler şiddeti sokaklara hâkim kılabiliyor, çatışmaları büyütebiliyor ve bunlar -artık sadece devlet ile örgüt güçleri arasında değil- farklı toplum kesimleri arasında bir cereyan ediyor. Bu çatışmalar –doğaları gereği- öngörülemeyen bir hızla kontrolden çıkabiliyor ve siyasi istikrarı derinden sarsıyor. Dolayısıyla çatışmalı ortam, hükümeti zayıflatan bir işlev görüyor. Keza hükümet, sürecin geciktirilmeye ve ertelenmeye müsait olmadığını da müşahede etti. Zira yeni çatışma alanları doğuyor, farklı unsurlar devreye giriyor ve başka güçler rol çalmaya çalışıyor. Mesela Amerika’nın üçüncü bir göz olarak sürece dahil edilmesi gibi –sürecin tüm kimyasını değiştirmeye dönük- öneriler masaya geliyor. Tüm bunlar süreci tökezletiyor ve onun başarıya ulaşma şansını güçleştiriyor. Bu da hükümetin, ülkeye ve Ortadoğu’ya ilişkin idealleri doğrultusunda yürümesini imkânsız kılıyor. Şiddet PKK için de yanlış 6-8 Ekim, PKK’nin de şiddetin yaygınlaşmasından zarar göreceğini ortaya koydu. PKK, hedeflerine ulaşmak için şiddet kullanmayı tercih eden bir örgüt. PKK’nin kurucu felsefesine göre, gerek karşısında mücadele edilen devlet ve gerek adına hareket edilen kitle ancak şiddet kullanarak belli bir yöne çekilebilir ve belli bir doğrultuda tutulabilir. Zaman içerisinde bu felsefede kısmen yumuşama olsa da, bugün de PKK içerisinde hem devlet karşısında ve hem de toplum nezdinde sadece şiddetle yol alınabileceğini düşünen güçlü bir damar var. Fakat 6-8 Ekim ve akabinde yaşananlar, şiddetin iki yönü keskin bıçak olduğunu ve şiddete başvurmanın PKK’ye zarar vereceğini gösterdi. Üç tür zarardan bahsedilebilir: Birincisi, şiddet, askerin sahaya inmesini sağlar. Ama PKK’ye karşı sahaya inen sadece asker olmaz. Hizbullah, IŞİD, El-Kaide gibi yapılar da PKK’ye karşı sahne alırlar. Zaten Suriye ve Irak’ta büyük bir çatışma yaşanırken, bir de Türkiye’de cephe açmak PKK’ye bir yarar sağlamaz. Gerçi PKK yöneticileri, birkaç cephede birden savaşma potansiyellerinin olduğunu söylüyorlar. Ama bu pek gerçekçi bir değerlendirme sayılmaz. Çatışmayı tekrar alevlendirmesi halinde PKK, sahada rahat hareket edemez, siyasi nüfuzunu genişletme olanağı bulamaz. İkincisi, PKK, IŞİD’e karşı verdiği mücadeleden ötürü Batı kamuoyunda önemli bir sempati topladı. PKK’nin Avrupa’nın terör listesinden çıkarılması için çeşitli kampanyalar yürütülüyor, PKK’nin önünde meşru bir aktör olma kapısı açılıyor. Şiddet, bu fırsatın kaybedilmesine sebep olabilir. Halka karşı şiddet Üçüncüsü, bugünkü konjonktürde şiddet, PKK ile Kürt toplumun bazı kesimleri arasındaki mesafeyi kapanamayacak derecede açıyor. En mühimi de bu. PKK’ye şiddeti eline aldıkça, ona şüphe ve korku ile bakanların sayısı artıyor. Özellikle AKP’ye oy veren Kürtlerde ve genel olarak muhafazakâr-mütedeyyinlerde PKK’ye yönelik öteden beri derin bir kuşku vardı/var. 6-8 Ekim birlikte bu kuşkunun hem dozu arttı, hem de toplumsal tabanı genişledi. Hem orta-üst sınıflarda, hem de Kürt ve Kürdistani hassasiyeti olmakla birlikte PKK’li olmayanlarda hoşnutsuzluk büyüdü. Bunlarda PKK’nin kendisi dışındaki tüm grupları baskı altına alacağı, hatta onlara hayat hakkı tanımayacağı endişesi yükseldi. 6-8 Ekim’den sonra da bazı yerlerde devam eden eylemler bu endişe ve tepkiyi beslemeye devam ediyor. Yol kesmeler, trafik durdurmalar, araç yakmalar, hendek kazmalar, özerklik ilan etmeler, vb. eylemlere toplumun her kesimi öfke duyuyor. Elbette bunun bir siyasi maliyeti olacak, fatura da PKK ve HDP’ye çıkacaktır. Siyasiler de bunu görebiliyor. Öyle ki Selahattin Demirtaş katıldığı bir televizyon programında bu konuya ayrıntılı bir şekilde değinme ihtiyacı hissetti, eylemlerin acilen durdurulması çağrısında bulundu. Demirtaş’a göre bu eylemler, halkın gündelik hayatını zora sokuyor ve çeşitli hizmetlere erişimini engelliyordu. Halk, bunlardan çok rahatsızdı, kendilerine şikâyet yağdırıyordu. Bu nedenle bu eylemler bir an önce durdurulmalıydı. Açık olan şu: Şiddet artık PKK’ye kazandırmıyor, aksine onun aleyhine dönüyor, Kürtlerin önemli bir kısmıyla ilişki kurmasının önünü tıkıyor. Kaybet/kaybet Çözüm Süreci iki tarafa da kazandırıyordu. Süreç başladıktan sonra yapılan iki seçimin (yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin) sonuçları da bunu teyit ediyordu. Sürecin bitmesi ve çatışmaların başlaması ise, iki tarafın da hem içte hem de dışta kaybetmesi anlamına gelirdi. Kazan/Kazan’dan Kaybet/Kaybet’e dönmek kolaylıkla göze alınamazdı. Nitekim 6-8 Ekim’deki kırılmadan sonra da taraflar köprüleri atan bir üslup ve tavır içine girmediler. Yaşananların sorumluluğunu birbirlerinin üstlerine atsalar da bütün kapıları kapatmadılar, sürecin devamını sağlayacak bir aralığı her daim muhafaza ettiler. Görüşmelere başladılar, sürecin arkasındaki iradelerini yenilediler ve süreci ilerletme kararı aldılar. Böylelikle süreç yeni bir aşamaya girdi. Bu aşamada hızla mesafe kat etmek için taraflar vites yükseltmek zorunda. PKK için bunun anlamı, kamu düzenini ihlal eden bütün eylemleri durdurmaktır. Burada “kamu” kavramını biraz açmak gerekir. “Kamu” devlet dairelerini ve görevlilerini, “kamu düzeni” ise devletin düzenini ifade etmez. “Kamu düzenine riayet” de, sadece devlet dairelerine ve devlet görevlilerine karşı eylemde bulunmamak anlamına gelmez. Kamu, biziz, hepimiziz, birlikte bulunduğumuz mekânlardır. Dolayısıyla kamu düzenine uymak, her bir kimsenin can ve mal güvenliğine halel getirecek herhangi bir davranışta bulunmamayı anlatır. PKK’nin yapması gereken budur. Ve bu, yalnızca sürecin yürümesi için hükümetin öne sürdüğü bir şart değil, toplumun da talebidir. PKK bu talebi karşılamakla yükümlüdür. Hükümet açısından vites yükseltmek ise, daha önce yapması gereken birçok işi, kısa sürede hayata geçirmesidir. İmralı Heyeti’nin genişlemesi, sekretaryanın oluşturulması ve bir İzleme Heyeti’nin faaliyete başlaması bu çerçevede ilk yapılması gerekenlerdir. Süreci gözleyecek, ihtilafların giderilmesine katkıda bulunacak ve tarafların aldığı pozisyon hakkında toplumu bilgilendirecek bir İzleme Heyeti, sürece büyük bir ivme kazandırır. Öcalan’ın doğrudan Kandil ile temasını sağlayacak kanalların açılması da, hem İmralı-Kandil ikiliğini ortadan kaldırarak süreci rahatlatır. Ortak ve çapraz sorumluluklar Sürecin tarafları ortak bir nihai amaç belirlemeliler. Bu amaca ulaşmak için üstlenmeleri icap eden ortak sorumluluklar var. Bir kere taraflar, sürecin arkasında durduklarını, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak netlikte, dillendirmeliler. Gönülsüz, her an vazgeçmeye hazır bir tavır sergilemekten imtina etmemeliler. Bu, hem tarafları destekleyen kitleleri sürece daha fazla kenetler, hem de süreç içinde karşılaşılabilecek birtakım olumsuzlukların tesirini asgariye indirir. İkincisi, taraflar gerek toplumun geneline ve gerek kendi tabanlarına sürecin bir kaybedenin olmayacağını –üşenmeden, sürekli- hatırlatmalılar. Topluma da, tabanlarına da barıştan herkesin kazançlı çıkacağını anlatmalılar. Ortak sorumluluklarının yanı sıra tarafların çapraz sorumluluklarından da söz edilebilir. Çapraz sorumluluktan kastım şu: Türk kamuoyunun ve özellikle milliyetçilerinin ikna edilmesinde asıl iş PKK’ye, mütereddit Kürtlerin ikna edilmesinde ise asıl yük hükümete düşüyor. Türkiye’nin Batı’sının sürece dahil edilmesini kolaylaştıracak iki husus vardır: Bunlar; çatışmaların/ölümlerin yaşanmaması ve ülkenin birliğine bir tehdidin olmamasıdır. Burada asıl muhatap PKK’dir. Eğer PKK bütün illegal faaliyetlerini durdurursa, toplumun genelinde sürecin benimsenme hızı ve oranı artar, gerekli adımları atılmasını sağlayacak atmosfer daha rahat oluşur. Mütereddit Kürtlerin ikna edilmesi için ise, hükümet inisiyatif almalıdır. Bir yol haritası ortaya konulmalı, buna uygun düzenlemeler yapılmalıdır. Hasta tutuklu ve hükümlülerle ilgili taleplerin karşılanması, Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’ndaki şerhlerin kaldırılması, geri dönüşlerin başlaması, Suriye Kürtleri ile daha yakın ilişkinin kurulması gibi somut adımlar bu süreci hızlandırır. Hükümet demokratikleşmeyle sürekli bir üst aşamaya geçildiğine dair toplumda bir hissiyat yaratmalı ve bunu sürekli canlı tutmalıdır. Şiddetin kapısını bir daha açılmamak üzere kapatacak olan budur.

Serbestiyet, 24.11.2014

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et