Bu yazıyı yazmaya başladığımda IŞİD’den yapılan açıklamalar Türk şoförlerin serbest bırakıldığı, konsoloslukta rehin alınanların da yakında Türkiye’ye dönmüş olacağı yönündeydi. Konunun en sıcak yanının herhangi bir operasyona gerek kalmadan ve kan dökülmeden hallolması yüreklerimizi bir nebze rahatlatabilir. Ama biliyoruz ki, IŞİD’in Musul’u işgaliyle ortaya çıkan yeni Ortadoğu tablosu daha pek çok kriz üretme potansiyeli taşıyor, yani işin başlangıcındayız.
Yaşanan olay iki gündür birçok yönüyle siyasi analiz konusu yapılıyor. IŞİD’in kimin ya da kimlerin taşeronu olduğu konusunda sayısız spekülasyon dolaşıyor ortalıkta. “Batılı güçler Erdoğan iktidarıyla olan sorunlarını içeriden çözemeyince bu defa Suriye’deki açık hesap üzerinden hükümete hiza vermeye çalışıyor” diyenler var; IŞİD’in bu hamlesinin Türkiye ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında imzalanan enerji anlaşmalarından ayrı tutmanın doğru olmadığını söyleyen ve “Maliki Kuzey Irak’ın Türkiye üzerinden petrol satmasını istemiyor, bu yüzden IŞİD’e direnmiyor”diyenler var. Ortadoğu’nun başına bela olan bu yeni oluşumun kısa ve orta vadeli siyasi hedefleri ve yol açabileceği sonuçlar üzerinde daha uzun uzun tartışacağımız anlaşılıyor. Ama bütün bunların öncesinde ve ötesinde, daha temel bir meseleye; bu örgütün nasıl ve hangi koşullarda ortaya çıktığına bakmamız; sosyolojisini anlamaya çalışmamız gerekiyor.
Ülkelerin kimyası bozulunca
Büyük resme baktığımızda, Ortadoğu’da, Irak’ın ABD tarafından işgal edilişinden bu yana başlayan ve giderek şiddetlenen bir “mezhep savaşları dönemi” görüyoruz.
Ortadoğu coğrafyasının öteden beri mezhepsel ve etnik fay hatlarıyla dolu tehlikeli bir zemin olduğu malum… Ama yaşanan tecrübeler bize, bu fay hatlarının harekete geçmesini tetikleyen şeyin çoğunlukla dış faktörler olduğunu, depremlerin dışarıdan bir müdahaleyle başladığını gösteriyor.
Dış müdahalenin ülkenin üzerine oturduğu iç dengeleri sarstığı, toplumun kimyasını bozduğu hallerde, iç çelişkilerin biriktirdiği enerji de oluşan çatlaklardan yüzeye çıkıp ortalığı yangın yerine çeviriyor.
Bunun en bariz örneği Irak ve Suriye’de olup bitenler… Bilindiği gibi IŞİD, ABD işgalinin ürünü olarak ortaya çıkan bir oluşum. İşgale karşı en etkili direnen hareket olarak güç ve itibar kazanıyor; daha sonra yine aynı ülkede Maliki’nin Sünniler’i iktidar dışı bırakan mezhepçi politikaları yüzünden Irak’ın Sünni kesimlerinde kitle temeli kazanıyor, içten içe örgütleniyor, hakimiyet alanları yaratıyor.
Suriye’de ise, başlangıçta Arap Baharı’nın bir parçası olarak Esed’in despotik rejimine karşı demokratikleşme hareketi olarak başlayan muhalefet, kısa sürede mezhep savaşlarına dönüşüyor.
Bu tehlikeli dönüşümde, İran ve Rusya’nın Suriye sorununa Şiiler lehine müdahalesi kadar, muhalefet üzerinde etkili olan ABD ve Türkiye’nin de Şii hilaline karşı Sünni cephe oluşturma politikalarının payı var. Sonuç, mezhep çatışmalarının parçaladığı bir Suriye ve bu zeminde daha da güçlenen bir IŞİD…
Bu tabloya bir de Batı’nın Arap Baharı sırasında güçlenen ve birçok ülkede en güçlü iktidar alternatifi haline gelen Müslüman Kardeşler hareketinden duyduğu korkuyu ve onu iktidardan uzak tutmak için (Mısır’da darbeci Sisi’yi desteklemek dahil) giriştiği çeşitli “siyasi mühendislik” çabalarını da ekleyin.
Ilımlı bir siyasi hareket olan Müslüman Kardeşler’in önünün kesilmesinin Müslüman kitlelerde umutsuzluğu artıracağı ve bunun radikal hareketlerin güçlenmesiyle sonuçlanacağı besbelli değil miydi?
Ve işte sonuç: On yıllardır Ortadoğu’da filizlenmesini beklediğimiz demokrasiyi daha beşikteyken boğan, kanını içen, ciğerini söken yeni bir canavarın yükselişi…
Bu yazı Bugün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.