Türkiye’de kuvvetli bir bürokratik vesayet geleneği ve tecrübesi var. Osmanlı Devleti, Sasani İmparatorluğu’ndan esinlendiği söylenen ama başka bazı coğrafyalarda da örneği görülen bir uygulamayla devlet işleri için bir kapıkulu sınıfı yetiştirme uygulamasını gerçekleştirdi. Ailelerinden zorla kopartılan çocuklar devletin sistematik ideolojik ve pratik eğitiminden geçirildi. Ailesi olmayan, toplumla ciddî bir bağı bulunmayan, her şeyini devlete borçlu olan ve yalnızca devlete sorumlu ve sadık kalan bir yöneticiler sınıfı ortaya çıkartıldı. Bu sınıfın mensupları, gerekirse, saray adına veya ‘saray adına’ kılıfı geçirilmiş kendi menfaatleri uğruna toplumun çeşitli kesimlerini vahşice budamaktan, yok etmekten çekinmedi.
İmparatorluk yıkılıp yerine sözde bir cumhuriyet kurulunca da gelenek değişmedi. Değişen tek şey, yeni kapıkulu sınıfının ana kaynağının Balkanlar değil Anadolu olmasıydı. Balkanların kaybedilmesinden doğan eksiklik de göçlerle Türkiye’ye gelen toplum tabakalarından bir ölçüde giderilmekteydi. Aynen Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, devlet merkezli sıkı eğitim süreçleriyle tek sadakati devlete olan, gücü yücelten, devlet adına toplum tabakalarını tepelemekte mahzur görmeyen zümreler ortaya çıkartıldı.
1950’de demokrasiye geçilmesi bu uygulamayı kaçınılmaz olarak zorladı. Demokrasiyle elitliğe giden yola bürokratik merkeziyetçi eğitim ve kooptasyon sistemine ilâveten demokratik süreçler ve mekanizmalar da eklendi. Bir başka deyişle elitlerin bir kısmı artık siyasî süreçlerle ortaya çıkmaktaydı. Siyasîler aynı zamanda asırlara uzanan bir geleneği olan bu tatbikatı farkında olarak veya olmadan, amaçlı veya amaçsız, şu veya bu oranda rahatsız etmeye, aksatmaya başladı. Buna tahammül edemeyen kapıkulları 1960 darbesini yaptı ve sistemi halk tarafından teveccüh gösterilebilecek siyasetçilerden asgarî zararı görecek şekilde, yani devleti iktidarının belli alanlarını demokratik süreçlere ve etkilere kapalı kalmak üzere restore etti. Bu sistemin ana dayanağı bürokrasiydi. Başlıca ‘sivil’ uzantıları ise üniversite ve medyaydı. Sistemin gerçek efendileri, bu sayede, seçilmiş politikacıları hep küçümsedi ve onlara sık sık alenî veya gizli savaşlar açmaktan çekinmedi.
Bu bürokratik vesayet sisteminin en önemli ayaklarından biri yargıydı. Yargı bürokrasisi hem resmî ideolojiyle sıkı şekilde donatıldı hem de demokratik siyasetin muhtemel etkilerinden kendini izole etmek için bir kooptasyon sistemi geliştirdi. Bu sistem yargı bürokrasinin hiçbir demokratik murakabeye açık olmadan kendi kendini yeniden üretmesi anlamına geldi. Yargı bürokratları hep ‘al gülüm ver gülüm’ birbirlerini seçtiler. Hiçbir zaman etkili denetime ve halka hesap vermeye açık olmadılar. Daima, şaşmaz biçimde, seçilmiş siyasetçiye karşı devletin yanında yer aldılar. Menderes, Demirel, Özal bu tavırdan nasibini aldı. Şimdi sırada Erdoğan var.
Asker memurlar yakın zamana kadar bu sistemin sürükleyici gücüydü. Yargı memurları askeriyeden aldıkları işaretlere göre hareket ederlerdi. Bu vesayetin meşrulaştırıcı iki ana teması bölücülük ve irtica idi. Bu kavramların ardına mevzilenen bürokratlar seçilmiş siyasetçilere ve halka yaylım ateşi açarlardı. Bunun son örneklerini 28 Şubat’ta gördük. Bu post-modern darbe sürecinde birçok insan düzmece suçlarla yargılandı ve ağır cezalara çarptırıldı. Kürtler zaten eskiden beridir baş mağdur. 28 Şubat sürecinde Kürtlerin durumunda bir değişiklik olmadı.
Şimdi bürokratik vesayet zihniyetinin yeni bir atağıyla karşı karşıyayız. Ancak, bazı değişiklikler var. Bu sefer bürokratik vesayetin sürükleyici gücü askerler değil, başka bir yapı. Bürokratik yapı yine seçilmiş siyasetçilerle savaş hâlinde. Bu savaşı ’emniyetli’ şekilde yürütmek ve toplumsal destek sağlamak için kullandığı siper yolsuzluk iddiaları. Takdire şayan bir planlama var. Her şey takvime bağlanmış. Muazzam bir medya desteği seferber edilebiliyor. O kadar sistematik bir propaganda yürütülüyor ki, bırakın sıradan insanları, dikkatsiz ve önyargılı aydınların bile toz bulutunun ardında neyin ne olduğunu görmesi çok zor. Birçok kimse ana veya tek meselenin yolsuzluk iddiaları olduğunu zannediyor. Oysa, yolsuzluklar sadece teferruat. Bir siyasî operasyon yürütülüyor ve siyaset yeniden dizayn edilmek isteniyor. Bürokratik vesayet yeni formatıyla egemenliğini ilân ve tahkim etmek istiyor. Teşebbüs kendisini yolsuzluk iddialarının ve hukukun arkasına çok iyi sakladığı için onu boşa çıkartmaya yönelik her müdahale hukuka, yargıya müdahale gibi sunulabiliyor. Hukukî pozitivizme yakayı kaptırmış birçok aydın bu zokayı kolayca yutuyor.
Bugün görmek zor olabilir, ama çok uzak olmayan bir gelecekte manzara bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Umarım hiç kimse o günler geldiğinde ahlâksız ve anti demokratik bir bürokratik vesayet teşebbüsünün aracı veya destekçisi olmuş olma utancıyla yüzleşme durumuna düşmez.
Yeni Şafak, 16 Ocak 2014