Gezi’de yaşadığımızın bir benzerini şimdi 17 Aralık vakasında yaşıyoruz. Aynı siyasî olgu bambaşka ve birbirine karşıt konumlandırılan iki benzemez analize-okumaya konu oluyor. 17 Aralık’tan beri yaşadığımız süreç bir yolsuzluk soruşturması ve onun üstünün örtülmesi mi, yoksa hükümete karşı bir darbe ve bu darbeye karşı bir direniş mi? 17 Aralık bir yolsuzluk operasyonu mu, yoksa bir siyasî operasyon mu? Ben kişisel olarak 17 Aralık ile yaşadığımız şeyin siyaseti ve siyasî iktidarı çoklu-enstrümanla ve katmanlı-planla şekillenen gayrî meşru bir yöntemle dizayn etme girişimi olarak görüyorum. Bu yaşadığımız, içinde (muhtemelen karşılığı olan) yolsuzluk soruşturmasının bulunduğu, ancak bu soruşturmanın kalkan olarak kullanıldığı bir siyasî operasyondur. Ancak 17 Aralık krizini yeni ve bağımsız bir gelişme olarak değil, bir iktidar çatışmasının evrelerinden biri olarak görüyorum. Söz konusu iktidar çatışması, 17 Aralık Krizi ile hükümet ve cemaat arasında yaklaşık iki yıl önceden hafiften başlayan, karşılıklı güç gösterileriyle tarafların birbirlerini yokladıkları ve bu yoklamalarla gittikçe tırmanan ve nihayet kapışmanın kaçınılmaz bir noktaya geldiği bir evreye ulaştı. Velhasıl ben okumamı ikinci görüşten yana, yani bunun bir “siyaseti dizayn etme” operasyonu olduğu yönünde kullanıyorum.
Keskin siyasî-fikrî kamplaşma ikliminin ürettiği “ağır itham” veya “entellektüel hakaret” kolaycılığı, bu saldırıdan korunabilmek için pek çoğumuzu kendi görüşümüze yersiz bir “şerh koymaya” zorluyor. Her birimiz demek sen “yolsuzlukları umursamıyorsun” veya yahu sen “darbeyi destekliyorsun” ithamından kurtulmak için “tabiî ki ben de…” kayıtlarını koymaya zorlanıyoruz. Herhangi bir meselede kafa yoran ve söz söyleyen insanların siyasî ve fikrî bir çatışmada argümanlarını yarıştırmak yerine birbirlerine böyle süfli yoldan “hakaret” etmekten vazgeçmesi gerekir. O yüzden, “tabiî ki ben de yolsuzluk soruşturmasının hasıraltı edilmemesi gerektiğini” söyleyerek bu meselede kendi siyasî konumuma mahalle baskısı şerhi koymayacağım, zira bunu yapmak benim için kendi kendimi maruz bıraktığım bir küçük düşürme olurdu.
O halde sadede geleyim. Bu yazıda bahsettiğimiz süreci neden böyle gördüğümü veya gördüğüm resmin ayrıntılarını izah etmeye girişmeyeceğim. Bunun yerine bu (bir) siyasî olgunun/sürecin analizi-okunması ile ilgili yapılan bir hatayı göstermeyi deneyeceğim. Bu hatayı gösterebilirsem, kendi yaptığım siyasî analizin-okumanın ve buna bağlı olarak aldığım siyasî pozisyonun yerinde olduğuna dair de bir şeyler söylemiş olmayı umuyorum. Herhangi bir siyasî çatışmada veya kamplaşmada tavır almayı, taraf olmayı veya pozisyon almayı o çatışmanın üzerinden yürütüldüğü olguyu doğru anlamaya bağlamış iseniz, olguyu yanlış okumanız kendi açınızdan yanlış bir siyasî tavır almanıza yol açacaktır. Siyasî tavırlarınızı veya tarafınızı ilkeleri izlemek ve doğru olanı yapmak gibi bir temele dayandırmaya çalışıyorsanız, meseleyi doğru anlamak sizin için önemli hale gelir.
Şimdi, siyasî bir olgunun analizi-okunması konusunda yapıldığını düşündüğüm hata basitçe şudur: Mevcut bir siyasî “pratiği” okumak için bir analiz “cihazı” olarak normatif bir “teoriye” (veya genel normlara) başvurmak. Başka bir deyişle “olan”ı tasvir etmek için “olması gereken”e başvurmak. Böyle yapıldığında olan ile olması gereken arasındaki ilişki tamamen sakat kurulmuş olur. Çünkü “mevcut olanı” anlamak için “olması gereken” bir cihaz olamaz. İkisi arasında kurulacak doğru ilişki, olandaki aksaklıkları tespit etmek ve bunların giderilmesi için öneriler oluşturmak üzere normatif teoriye yani olması gerekene başvurmak şeklinde olmalıdır. Diğer bir olasılık, sistemin olması gerekene göre işlediği, “normatif teori”nin siyasî pratiğinin gerçekleştiği varsayımı ile “olanın” bir bozulma veya sapma anlamına geldiği bir ilişki durumudur. Ancak bu, yaşanan siyasî olayın ne olduğunu anlamaya, sebep ve sonuçları, dinamikleri ve olası etkilerini analiz etmeye yine de kâfi gelmez. Eğer alacaksanız, siyasî tutum almanıza kısmen rehberlik edebilir, lâkin, ya siyasî olayı doğru okuyamadıysanız, “sapma” aslında bir sapma değilse…
Yukarda bahsettiğim hataya düşenler, belli bir zamanda, belli bir yerde ve kendi bağlamı içinde yaşanan bir siyasî olgu üzerine normatif bir teori kalıbını koyarak söz konusu siyasî olgunun aslında ne olduğunu bize söylemeye kalkışıyorlar. Oysa, bir olgunun “aslında” ne olduğunu söylemek ile “aslında” nasıl olması gerektiğini söylemek birbirinden ayrı bir konudur. Siyasî olguları ve süreçleri doğru bir şekilde okuyabilmek ve analiz edebilmek için başka ve pek çok olan “cihazlara” başvurmak gerekir. Pratik siyasî âlemde yer alan bir siyasî olgu belli bir iç dinamiğe ve diyalektiğe, tarihsel ve sosyolojik bagajlara ve belli bir reel-politiğin işleyişi gibi çok çeşitli unsura bakılarak doğru (belki kısmen) bir biçimde okunabilir.
Bu son süreçte yaşanan bir örnek üzerinden ne demek istediğimi anlatmaya çalışayım. Savcıların yürüttüğü yolsuzluk soruşturmasının 17 Aralık’ta gündeme düşmesi sonrasında, yürütmeden gelen emniyet müdürlerini görevden alma, iki yeni savcı atama ve adli kolluk yönetmeliğinde değişiklik hamlesi geldi. Bazıları bu müdahaleleri “yargı bağımsızlığı” ilkesi üzerinden okudu ve bunu yürütmenin yargıya müdahalesi olarak görüp kategorik olarak reddetti. Evet, bu gerçekten de yargıya bir müdahaleydi, ancak müdahale bağımsız ve tarafsız işleyen, adaletin yerine getirilmesi yönünde rutin ve olağan işlevini yerine getiren “idealar evrenindeki” bir yargı ideasına yönelik yapılmadı. Yürütmenin yaptığı olağan değildi, ancak yargının yaptığı da olağan değildi. İki yıldır yürütülen üç büyük soruşturma başsavcının haberi olmadan, zamanında UYAP’a girilmeden ve doğrudan birbiriyle ilgisi olmadığı halde aynı anda işleme konulmak suretiyle karşımıza geldi.
Şimdi, böyle bir siyasî krizde meseleyi sırf “yargının bağımsızlığı ilkesi” üzerinden okuyup, sonra da siyasî pozisyonunuzu “yargı bağımsızlığının korunması” olarak koyduğunuzu varsayalım. O halde, Türkiye’de işleyen köklü ve yerleşik bir demokratik hukuk sisteminin bulunduğunu, yargının ve mensuplarının meşruiyetinin ve güvenilirliklerinin sağlam olduğunu (yürütmenin değil ama), adaleti izlemek dışında herhangi bir siyasî gaye ve ideolojinin peşine takılmayacaklarını ileri sürüyor olmanız gerekir. Böyle işleyen ve son olayda da böyle işlemiş olacağını öngördüğümüz bir yargı, yani “normatif teoriye uygun kurulmuş ve işleyen” bir yargı mekanizması varken yapılacak en doğru şey bu “ideal” durumu korumaya çalışmak olurdu.
Lakin, bu olayda yürütme karşısında yerinde olarak aldığımız temkinli bakışımızı, yargı karşısında da almamıza mâni olan haklı bir sebep yoktur. Yürütmede yolsuzluk olasılığını ve hükümetin bunu örtbas etmeye girişebileceğini dikkate almak kadar, yargı içinde başka bir otoriteye veya belli bir siyasî amaca tabi olan otonom bir grubun olabileceğini de dikkate almak makuldür. Yargının ana vesayet aracı olduğu uzak ve yakın Türkiye tarihi, hükümetle cemaat arasında devam eden ilişki ve çatışma, medya üzerinden tarafların karşılıklı olarak aldığı pozisyon ve birbirine verdikleri mesajlar ve ayarlar, cemaatin emniyet ve yargıdaki etkisine dair daha önceden sahip olunan kamuoyu kanaati, arkadan gelen başka büyük bir soruşturma dalgası gibi göstergeler “yargı kutsaması” yapmaya engel oluşturuyor. Bütün bunlara rağmen, bu siyasî krizi ve süreci siyasî pratiğin işleyişini, niteliğini, reel politiğini göz ardı ederek, sadece “yargı bağımsızlığı” ilkesi üzerinde okumaya kalkarsanız siyasî bir kör noktaya takılıyorsunuz demektir. Bu kör noktadan bakarken, normatif ilkeleri dile getirmekle yetindiğinizde mesele hakkında pek bir şey söylemiş olmadığınız gibi, sanılanın aksine çatışmada tarafsız kalmış da olmazsınız. Tarafın neresi olduğu önemli değildir, zira ilkeler pek kolaylıkla çatışan tarafların hizmetine sunulan argümanlara dönüştürülebilir. Bu örnekte, “yargı bağımsızlığı” ilkesinin yerine “yargı tarafsızlığı” ilkesini koyarak yargının tarafsızlığını yitirdiğini söyleyebilirsiniz.
İşaret ettiğim bu kör nokta, normatif teoriden işe başlayan, olması gerekeni ve ilkeleri referans alan sizi nihayetinde getirip getirip pür bir hukukî pozitivizmin, yavan bir hukukî formalizmin veya hukuk fetişizminin kucağına düşürebilir. Normatif olan ile çıktığınız yolda, yolun sonunda mevcut mevzuatın kapısını çalmak durumunda kalabilirsiniz. Son tahlilde, hukuk fetişizmi çoğunluk fetişizminden evla değildir. Siyasî sistemin temelleriyle ilgili bu tür keskin siyasî kriz ve bölünmelerde yasalar, tüzükler, yönetmelikler hatta anayasalar, diğer pek çok şey gibi, tarafların karşılıklı hamlelerinin basit birer aracı haline gelir. Yine de, bu tür krizlerde “mevzuatın” izlenmesi şarttır, çünkü sistemi yolda tutabilecek bir şeylere ihtiyaç vardır. Lakin, mevzuata uymak bizi yolda tutmayı başarabilse de, doğru yolda tutmayı başaramayabilir. Doğru yolda olmamızı sağlayacak başka rehberlere bakmaya ihtiyacımız vardır. Aksi halde, yolda olduğumuz halde kendimizi ters şeritte hızla üzerimize gelen bir tır ile burun buruna bulabiliriz.
Bu tür kaotik siyasal iklimlerde normatif teorilere, genel ilkelere veya mevzuata sığınmanın konforu ve verdiği güvenlik hissi yüksektir. Diğer taraftan, aynı kaotik ortam gelmekte olan ancak henüz gerçekleşmemiş bir çarpışma için uyarıda bulunmaya ve buna engel olmaya çalışan kişiyi, gaipten haber veren veya görülmeyen sivrisinekleri kovalayan bir şaşkın veya meczup durumuna düşürebilir. Bu kişilerin aynı anda hem haklı (meseleyi doğru okumak bakımından) hem başarılı (çarpışmaya engel olabilmek bakımından) olması ise çok zordur. O gün 28 Şubat siyasî operasyonunu görenler ve buna karşı duranlar, belki de buna engel olmada başarısız oldukları için bugün haklı çıkmış oldular. Düşünsenize, o zaman 28 Şubat iyi teşhis edilip, ona karşı mücadelede başarıya ulaşsaydı, bugün 28 Şubat darbesinden değil, en iyi olasılıkla bir takım girişimlerden veya kalkışmalardan bahsediliyor olacaktır. İşte bu da ben ve benim gibi siyasî tavır alanların trajedisi olsa gerek.
caktuslu@yahoo.com