Tartışmanın içeriği ne olursa olsun, başında kim bulunursa bulunsun bir istihbarat örgütünün muhafazakâr-İslamcı çevrelerce bu kadar sorgusuz sualsiz savunulması ilginç değil mi? Özünde ‘sivil bir çevre’ hareketinin ‘devletin derinlikleri’ne bu denli savruluşunu özellikle de muhafazakâr-İslamcı gelenekten gelenlerin düşünmeleri, sorgulamaları gerekmez mi?
Muhafazakârlar kendilerini devletle özdeşleştirmiş görünüyorlar; aralarında ne mesafe ne de eleştirellik kaldı. Bu yeni ilişki biçimi, son dönemde değişimin ana dinamiklerinden biri olan muhafazakârları hızla devletçi ve statükocu bir konuma doğru sürüklüyor. Oysa yakın geçmişte Kemalist devlete karşı sivil gücü temsil ediyorlardı. ‘Bürokratik oligarşi’ye karşı seçilmişlerin ve seçenlerin sözcülüğünü yaparlardı. Demokrasi ve özgürlük taleplerini dillerinden düşürmez, dünya ile entegrasyondan, AB üyeliğinden söz ederlerdi. Şimdi devlete söz söyletmiyorlar. Demek ki işin ‘doğası’na değil, başında kimin olduğuna bakıyorlar. Geçen hafta M. Şükrü Hanioğlu, Sabah gazetesindeki yazısında Mısır ve Türkiye özelinde liberallik ve muhafazakârlık kavramlarını irdeledi. Önemli tespitler içeriyor Hanioğlu’nun yazısı. Önce, Batı’da ‘liberal’ olarak algılananların aslında seçkinci-otoriter gruplar olduğunu anlatıyor Hanioğlu: “Mısır ve Türkiye örneklerinde “özgürlük” söylemi kullanan grupların “liberal” düşünce ile herhangi bir yakınlığı da bulunmamaktadır. Bunlar liberalliğin iki temel ilkesine zıt yaklaşımları içselleştirmiş seçkinci statü gruplarıdır. İlk olarak bu sözde liberaller “hükûmetin iktidarına sınırlama getirilmesi” temel ilkesinin tersine “hikmet-i hükûmetçi” bir yaklaşımla sorgulanamaz “güç”ü, hayırhâh ve “devrimci” olduğu varsayımıyla sahiplenmekte ve ona destek olmaktadırlar. Devlet ile özel bir ilişki geliştiren, ona sadık ve bağımlı bir burjuvazi de yaratan bu “liberaller” onun topluma müdahalesini sınırlamayı değil tam tersine artırmayı savunmaktadırlar. İkinci olarak, bu gruplar “kamu yararı” ve değişik alanlarda “iyi”nin ne olduğunu belirleme konularında tekelciliği savunarak liberalizm ile taban tabana zıt bir yaklaşımı benimsemektedirler.”
Hanioğlu’nun bir de muhafazakârlık hakkında yaptığı tespitler var ki onlar da önemli: “Özgürlükçü söylem kullanan seçkinci statü gruplarının gerçekte özgür bir toplum değil, kitlenin ‘aydınlatılma’ yoluyla kendilerine dönüştürüldüğü bir baskıcılığı hedeflemesi ve bunun aracı olarak da ‘devlet’i kullanması, Mısır ve Türkiye benzeri toplumlarda muhafazakârlığı demokrasi savunucusu durumuna getirmiştir… Muhafazakârlık”ın, üzerinde oluşan baskı nedeniyle demokrasi talebinde bulunan bir çizgiye kaymış olmasının, liberal bir pozisyona karşılık gelmediğinin gözden kaçırılmaması gereklidir… Muhafazakârlık, Türkiye ve Mısır benzeri toplumlarda ‘devlet’e karşı takındığı tavır özünde ‘devlet müdahalesinin sınırlanması’ temelli ‘liberal’ bir yaklaşım değildir. Bu alanda alınan eleştirel pozisyon müdahalenin seçkinci statü gruplarının ideolojik amaçlarına hizmet etmesinden kaynaklanmaktadır. Muhafazakârlığın ‘kamu yararı’ ve ‘iyi’nin tanımlanması alanlarında tekelciliğe karşı liberal tarafsızlık yaklaşımını savunmasını beklemek ise onun doğasına aykırıdır.”
Evet, muhafazakârlar buna ne diyorlar? Seçkinci-otoriter-Batıcı karşıtlarının ‘devletin sınırları’, ‘hikmet-i hükümet’, ‘kamu yararı’, ‘iyi’ anlayışlarını ‘iktidar muhafazakârları’ da benimsiyorlar mı? Ben Türkiye muhafazakârlarında hâlâ ‘özgürlükçü’ bir damar olduğuna inanıyorum. Sorun, devletle özdeşleşerek entelektüel özerkliklerini ve sivilliklerini kaybetmeleri. Muhafazakârlar kendilerini devletten yeniden ‘özgürleştirmeden’ değişimin öncü aktörü olamazlar bir daha. Bütün paradoksallığına rağmen Türkiye muhafazakârlığını son yıllarda değişimin taşıyıcı bir aktörü yapan onun devletten özerk, devletle mesafeli, toplumsal dinamikleri temsil eden sivil yapısıydı. Muhafazakârların sivil alanları devletleştiriliyor. Bunu ‘iktidar olmak’ sananlar yanılıyor. Devlete muhtaç bir gelenek ve kitle, hayatiyetini kaybeder. Bu ‘aşk’ ölümcül…
Bu yazı Zaman Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.