Mustafa Kemal’e atfedilen “vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” sözünün bir benzeri ABD’de vergi idaresi binasının cephesine kazınmıştır. Oliver Wendell Holmes’e ait bu söz şöyledir: “Vergileme, uygarlık için ödediğimiz bedeldir.” Bu tür sözlerin politikacılar tarafından çok sevilmesinin sebebi, varlıklarının bir kısmına el konulan vergi mükelleflerini önce teskin sonra kaderlerine razı olmaya ikna etmektir. Ancak bu sözler, vergilemeyi ahlâkî olarak haklı kılmaya yetmemektedir.
Liberal gelenek içinde vergilemeye iki bakış vardır. İlki, beşerî işlerin sevk ve idaresi için vergilemeye gerek olmadığını ileri sürer. İkincisi ise bir miktar vergilemeye gerek olduğunu düşünür. İlki modern insana çok uçuk geldiği için bir kenara bırakalım. İkinci yaklaşım ılımlı, makul bir vergilemenin barışçıl toplumsal düzenin muhafazası açısından kaçınılmaz olduğunu ileri sürer. Ancak bir ikazı da hemen yapar: Vergileme gücü–yetkisi kamu otoritesine verilince, bu yetkinin şu veya bu şekilde genişlemesi neredeyse kaçınılmazdır.
Carolyn Webber ve Aaron Wildovsky’ye göre bütün siyasî kültürler bireyci ve kolektivist his ve eğilimlerin bir karmasıdır. Bireyci kültürlerde beşerî ilişkiler esas itibarıyla özel mülkiyete ve sözleşme özgürlüğüne gömülü ilkeler tarafından yönetilir, yönlendirilir. Kolektivist kültürlerde ise siyasî yönetim ortak veya kolektif mülkiyete gömülü hâle gelir. Vergileme tartışmaları, bu yüzden, özünde, insan toplumlarının nasıl yönetileceği hakkındadır. Vergiler azaldıkça gönüllü ilişkiler artar; vergiler arttıkça güç ve tehdit daha fazla önem ve ağırlık kazanır. Ortalama verginin %40 olduğu bir ülkede kabaca ekonominin %60’ı özel mülkiyet ilişkileriyle organize ediliyor demektir.
Özel mülkiyet ile kolektif mülkiyet arasındaki ayrım birçok bakımdan önemlidir. En mühimi, özel mülkiyete dayalı işlemlerin daha etkin ve üretken olmasıdır; bunun sebebi, özel mülk sahiplerinin kararlarının sonuçlarından doğrudan doğruya etkilenmesidir. Mülkiyetin bir diğer sonucu, beşerî ilişkilerin alacağı renkle ilişkilidir. İnsan ilişkileri özel mülkiyete dayandığında ekonomik işlemler bir anlamda eşitler arasında vuku bulur; çünkü her ortak faaliyet tarafların rızasına dayanmak zorundadır. Buna karşılık, kolektif mülkiyete dayalı ilişkiler, bir tarafta verenlerin diğer tarafta isteyenlerin olduğu, yönetme–yönetilme ilişkisine döner.
Bir miktar vergi toplanmasının şart olduğu hakkında evrensel bir kabul vardır. Ne var ki, 20. yüzyılda genel eğilim, vergi yükünün gitgide artırılması olmuştur. Bu eğilim çeşitli faktörler tarafından desteklenmiştir. Bir faktör, bedavacılık problemidir. Bazı kamu mallarının–hizmetlerinin kullanımından hiç kimse dışlanamayacağı için herkesin vergilendirilmesi gerekmektedir. İkinci faktör, refah devletinin çağın adeta tapılan modeli hâline gelmesidir. Piyasa ekonomilerinin yarattığı muazzam zenginlik, politikacıların ve bir katkıda bulunmasa da bu zenginlikten yararlanmak isteyenlerin gözlerini kamaştırmıştır. Böylece toplumun bazı kesimlerinden alıp başka bazı kesimlerine aktarmak için devletler gitgide daha fazla vergi toplamaya yönelmiştir.
Bazı vergilerin toplumsal hayata yararlı olduğuna kuşku yoktur. Ancak vergilemenin zararları da vardır. Bugün vergileme her yönüyle teşvik edilir ve vergilemenin faydaları sıralanırken, vergilerin maliyeti ve toplumsal refaha verdiği zarar gözden kaçırılmaktadır. Ücretle çalışmayıp kendi işini kuran ve ayakta kalmaya çalışan hemen her müteşebbis vergi kâbusları görmektedir. Özellikle küçük ölçekli işletmeler varlıklarının, kazançlarının ve enerjilerinin önemli bir bölümünü vergileme mevzuatıyla, vergilendirilme işlemleriyle baş etmek ve vergilerini aksatmadan ödemek için sarf etmek zorundadır.
Ağırlaşan mevzuat, vergilendirilecekler arasında ayrımcılık yapılmasına sebep olmaktadır. Büyük firmalar bir taraftan “vergiden kaçınmak” için birinci sınıf uzmanlar istihdam etmekte, diğer taraftan istisna ve teşviklerle verir göründüğünden daha fazlasını almaktadır. Böylece altta kalanın canı çıkmaktadır. Hayatı boyunca tasarrufa önem vererek meselâ bir iki ev alıp geleceğini rahatlatmak için yatırım yapan ev sahipleri Maliye’nin son “kazlarıdır”. Maliye şimdi bu insanların boğazını sıkmaktadır. Nitekim, İstanbul’a yeni atanan vergi müdürü, “kümese yüz bin yeni kaz sokacağız” diyerek kiralık ev sahiplerinin kaderinin ne olacağını açıklamıştır.
Zaman zaman bir tür “devlet terörü” boyutlarına ulaşan bu vergileme zihniyeti ve vergileme ilkeleri değişmelidir. Bunun en iyi yolu, Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi ve KDV’yi %10 oranında sabitlemektir. Bu vergilerin %10’u aşamayacağı anayasal hükme bağlanmalı ve bütün istisnalar kaldırılmalıdır. Düz vergi dediğimiz bu yol, bazı Avrupa ülkelerinde kullanılmış ve başarılı olmuştur.
Yüzde onluk düz vergiye yapılacak itirazlar kolayca cevaplanabilir. Bir kere, müterakki vergi taraftarlarının hemen öfkeye kapılması gerekmez. Oranın sabitlenmesi miktarın sabitlenmesi anlamına gelmez. Çok kazanan yine çok ödeyecek, ancak çok kazandığı için cezalandırılmamış olacaktır. Başarılı kimselerin sermaye birikimi yapması kolaylaşacak ve bu birikim istihdam ve üretimi artıracak yatırımlara daha kolay dönüşecektir. Vergi mevzuatı basitleşeceği için vergi toplama maliyeti düşecektir. Bu, devletin küçülmesi, en azından büyümemesi anlamına gelecektir. Vergiden kaçınma veya vergi kaçırma oranı gerileyecektir. Zira, yüzde onluk verginin daha âdil ve makul olduğu düşünülecektir. Yüzde onluk vergiyi insanlar yüksünmeyecektir. Bu sayede vergi tabanı genişleyecek ve devletin “vergi gelirleri” azalmayacak, belki artacaktır. Hiç kimse vergiden muaf olmayacağı için insanların vatandaşlık bağları kuvvetlenecektir. Sabit vergiyle devletin şişip obezleşmesinin ve toplumsal kaynakları yutup heba etmesinin önüne de önemli ölçüde geçilecektir. Vatandaşlar önlerini görebilecek ve kaynaklarını yatırıma dönüştürme arzuları kamçılanacaktır. Düşük ve istikrarlı bir vergi oranı, yabancı yatırımcıları da cezbedecek ve ülkeye yabancı sermaye akacaktır.
Yüzde onluk vergiyle birlikte atılması gereken bir diğer adım, peşin verginin kaldırılmasıdır. Peşin vergi ahlâka, hukuka ve insan haklarına aykırıdır. Kazanılmayan kârı vergilendirmek zorbalıktan başka bir şey değildir. Peşin vergiyle devlet, vatandaşları negatif faizle kendine kredi vermeye zorlamakta ve böylece özel sektörün kaynaklarını emmektedir. Bir kişi–firma, ancak ve ancak hesap yılı sonunda kâr etmesi halinde vergilendirilebilir. Hesap yılının her bir çeyreğinde vergilendirilmesi ve Hazine’ye para ödemeye zorlanması zulümdür. Adil bir vergi sisteminde vergi tahakkuku ile vergi tahsili iç içe geçirilemez. Tahsil, mutlaka tahakkukun tamamlanmasının ardından gelmelidir. Tahakkuk ederken tahsil de ederim demek hukukla ve insan haklarıyla bağdaşmaz. Bu yüzden, peşin vergi mutlaka kaldırılmalıdır. Ana kalem vergilerin %10’da sabitlenmesi ve peşin verginin kaldırılması toplumu her bakımdan rahatlatacak ve Türkiye ekonomisini kanatlandıracaktır. Topluma hangi parlak vaatler yapılabilir diye araştıran partilerin dikkatine…
*İlk olarak 19 Mart 2010 tarihinde yayınlanmış yazım.