Bugün 28 Şubat “post modern” darbesinin yıldönümü… 28 Şubat soruşturması da, hız kesmeden sürüyor. Son olarak 28 Şubat sürecinin “simge” olaylarından biri olan, Sincan’da tank yürüten emekli Kara Kuvvetleri Komutanı da tutuklandı.
28 Şubat soruşturmasının en ilginç boyutunu, kuşkusuz, dönemin “kudretli” paşası Çevik Bir’in “emir kuluydum, emirleri yerine getirdim” içeriğindeki ifadesi ile dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’yı ihbar etmesi oluşturdu.
Nitekim Karadayı savcılığa çağrıldı, ifade verdi ve “altında imzam olmayan hiçbir belge beni bağlamaz” dedi ve savcıların sorularının çoğuna “hatırlamıyorum” şeklinde yanıt vererek Bir’i “boşa” düşürdü. Bu arada asıl ilginçlik de, dönemin ünlü “Batı Çalışma Grubu”nun da ortada kalması oldu. Oysa hatırlıyoruz, BÇG faaliyetleri dönemin gazetelerinin en gözde haberleri arasında yer alıyordu. Şimdilerde neredeyse “öyle bir şey yok” denecek; tıpkı uzun yıllar varlığını ve kanlı icraatlarını herkesin bildiği ama resmiyette “yok” olan JİTEM gibi…
28 Şubat askeri müdahalesi, önceki darbelerden ciddi bir konsept farkıyla ayrıldı. Öncekiler genellikle “anarşiye, teröre, komünizm tehlikesine, bölücülüğe” karşı olmak iddiasıyla gerçekleşmişken, 28 Şubat müdahalesi, “irtica tehdit ve tehlikesine karşı” idi.
Darbeciler bugün ne düşünüyorlardır, bilemeyiz, ancak mahkeme ifadelerinden izleyebilmek olanağı var. Ve o ifadelerde de herhangi bir muhasebe yapmanın izine rastlayamıyoruz. Eylemlerini sahiplenmek şöyle dursun, “inkar yiğidin kalesidir” düsturuyla hareket ediyorlar. Çevik Bir bile “emir kuluydum…” dediğine göre…
Fakat 28 Şubat darbesi, bir yönüyle, darbecilerin arzu ve isteklerinin aksine, çok “hayırlı” bir sonuca yol açtı ve o da şu oldu: Dindar yurttaşlarımız, bu darbe vesilesiyle ilk defa devletin “derin” yüzüyle açıkça karşı karşıya geldiler. Kitlesel manada ilk defa o güne değin “peygamber ocağı” diyerek yücelttikleri orduya bakış açılarını sorgulamaya başladılar. Ve bugün, biraz da bu nedenle darbelere, askeri müdahalelere, muhtıralara karşı ciddi bir toplumsal duyarlılık var…
Bu bağlamda “iyi darbe, kötü darbe” türü yapay ayrımlar yapanlar da marjinalleşti. Malum, 27 Mayıs darbesi için sol cenah genellikle o darbeyi 12 Mart ve 12 Eylül’den ayırt eden bir yaklaşım içindeydi; çünkü Kemalizm ile zehirlenmişti ve 27 Mayıs “ilerici” idi… Yıllar önce “bütün darbelere karşı olmak gerektiğini” yazdığımda ve 27 Mayıs’ın da bu nedenle herhangi bir “ayrıcalığı” olmadığını savunduğumda, sol cenahtan eleştiriler almıştım. Şimdilerde sevinerek görüyorum ki, “solcu”lukları ulusalcı, milliyetçi özlerinin kisvesi olmaktan ibaret olan marjinal gruplar dışında kimselerin darbe ayrımı yaptığı yok. (O marjinal gruplara da ben “ulusolcu” diyorum…)
28 Şubat’ın böylesine “hayırlı” sonuçları oldu olmasına ama halen bu sonuçları ne ölçüde içselleştirmiş olduğumuz tartışılır bir husus olmaya devam ediyor.
Çünkü mesele ciddi ve köklü bir geçmişle yüzleşme meselesidir. Devletin yanı sıra toplumsal bağlamda da yüzleşme meselesidir…
Darbecilerin eylemlerini meşrulaştırırken, gerekçelendirirken, üzerinde durdukları bir toplumsal zemin vardı. Darbecilerin eylemleri neden görmezden gelemeyeceğimiz bir toplumsal destek bulabilmişti? Mesela 12 Eylül darbesi… “Her türlü darbeye karşı olmak”, iyi ve olumlu bir şeydir; ama bu sorunun yanıtlarını verebildiğimiz ölçüde…
http://www.cafersolgun.net/darbelere-karsi-olmak-iyi-ama/