Yaşamayı bir güdü ya da iradi bir eylem olarak kabul edebilirsiniz. İnsanın güdüsel olarak hayatta kalmak için mücadele verdiğini ya da bu işin başka bir tartışmasına girip insanın hayatta kalma eylemini onun iradesiyle bağlantılandırıp ahlâki bir kategori yaratabilirsiniz. Tartışmayı hangi taraftan ele alırsanız alın, buna ister güdü, ister ahlaki bir eylem, ister bir hak deyin, bildiğimiz bir gerçek varsa o da her insanın yaşamak istemesidir. Hayatta kalmak, yani ölmemek en temel insani durumdur.
Hayatın Tanrı tarafından bahşedildiğine ya da biyolojik bir varlık olarak doğa kanunlarına göre hayata geldiğinize inanabilirsiniz. Neye inanırsanız inanın bireyi yaratan ya da insanlık onuru denen değeri ortaya çıkaran ilk koşul hayattır. Yani hayata gelmiş olmanız kendi başına değerlidir. Dolayısıyla bir varlık olarak vucut bulmanız sizi kendiliğinden önemli kılar. Çünkü insan varlık bulurken yeryüzüne getirdiği tek şey hayatıdır. Bu nedenle de insan hayatı diğer hiçbir şeyin olmadığı kadar kutsaldır.
Bugün size birileri, örneğin bir imparator ya da bir kral, kendisi için ölmenizi emredemiyorsa bunun nedeni tarihsel olarak kul ve köle olmaktan birey olmaya geçen insanoğlunun verdiği mücadeledir. Ve bir zamanlar hayatı başka bir insanın iki dudağı arasında olan insanın verdiği bu mücadele aslında her insanın ahlâki olarak aynı değere sahip olduğunun keşfiyle başlamıştır. Böylelikle bir kralın hayatı kadar bir kölenin hayatının da değerli olduğu anlaşılmıştır. Sonuçta, herkesin hayatını korumak adına hayat, basit bir gerçeklik olmaktan ve başkalarına bağlı olmaktan öte hukuk sistemleri tarafından korunan ve bireyin kendi kendisine bağlı bir hak olmuştur.
İroni de o ki hayatın kutsal bir hak olduğunun zihinlerde yer etmeye başlaması ile aslında insan hayatına en fazla kast eden siyasal yapı olan modern devletin ortaya çıkması hemen hemen aynı döneme denk gelmiştir. Ve öyle ki daha önceki dönemlere göre modern devletler çağında insan hayatı hiç olmadığı kadar değersiz olmuştur. Modern devletin kuruluş mantığı zaten onun kutsallığı üzerinde şekillendiği için bu siyasal yapı içindeki en önemli unsur soyut ulus ve onun devleti haline gelmiştir. Bu yapı için insan denilen şey yalnızca malzemedir ve varlığı ancak ulusun ve devletin varlığıyla anlamlıdır. Dolayısıyla devlet ve ulusun kutsallığı yanında insan hayatının kutsallığı nedir ki… İnsan dediğin gerektiğinde ulusu ve devleti için canını verebilmeli, yani varlığını onların varlığına armağan edebilmelidir. Yani hayat denilen gerçekliğin yanında kutsalllık atfının yönü yine değişmemiştir. Bir zamanlar imparatorları ya da kralları için canını vermek durumunda olan insan, egemenlik bunların bedeninden ayrılıp da devlet denilen yapının içine girdiğinde bu defa devleti için canını verir hale gelmiştir.
Peki hayat denilen gerçekliğin böylece ortada olmasına rağmen insan neden devlet için canını verir? Belki daha doğru bir soruyla, insan gerçekten de böyle bir şey için canını vermek ister mi? Hatta daha doğru bir soruyla insan ‘canını vermek’ ister mi? Ölmek için bence hiçbir rıza koşulu yoktur. Hiçbir neden, eğer cidden rıza yoksa, ölümü rızaya bağlayamaz. Yani kısaca, hiç kimse ölmeyi yürekten arzulamaz. Bu yüzden de nedeni, bahanesi, amacı ya da sonucu ne olursa olsun ölüm korkutucudur. Hayatı tehlike altında olanlara ya da hayır, yoldan geçen herhangi birine sorun bakalım; ölmeyi arzular mı ya da ölmekten korkar mı diye. Hatta imkanı olsa da ölenlere sorabilsek, ölmeyi istemişler midir acaba? Yanıtını şu an hepiniz tüm benliğinizle hissediyorsunuz bence. O halde olan şudur: Ölenlerin arkasından verdiğimiz bütün nutuklar bize aittir; bizi ilgilendirir. Onları biz uydurmuşuzdur ve törensel olmalarının dışında hiçbir işlevi yoktur. Yani ölen asla geri gelmez; dolayısıyla onu geri istemenin de bu törensellik içinde hiçbir mantığı yoktur. Öyleyse öleni geri getirmek yerine, ölüme methiyeler düzmek, onu sıfatlandırıp algılarımızda kutsamak en doğrusudur. Bugün ölen birinin arkasından verdiğimiz o nutukları yarın kendi arkamızdan duymanın ürperticiliği ise aslında bütün törenleri anlamsız kılar. Ve korkutucu olan ölüm değildir aslında; hayatta olamamaktır. Yani aslında hayat boyunca hiç tanıyamadığın, bilemediğin şeyler yüzünden (ölüm gibi) ya da bunlar için (devlet ve ulus gibi) hayatın boyunca tanıdığın bir şeyi terketmektir. Yani insan, öyle savaşlarda, meydanlarda ya da tören alanlarında atıp tuttuğumuz kadar kolay vermek istemez canını. Ama o cenaze törenlerinde öyle konuşmalar duyarsınız ki sanki ölen, ölmek için can atmıştır da siz de onun cenazesinde değil, kutlama partisindesinizdir.
Şimdi size yalnızca bir çelişkiden bahsedeyim: Hayatın kutsallığına saygı duyan (?) devlet ötenazi isteğinizi kabul etmez, kürtajı yasaklar, idam cezasını kaldırır ama yeri ve zamanı geldiğinde kendi rızanız olmadan onun varlığı için kendi varlığınızı feda etmenizi ister. Bugün olan da budur: Hiç istemediğiniz halde, korktuğunuz ve bunu siz de dahil herkes bildiği halde ve rıza göstermemenize rağmen yasa zoruyla ölümün ihtimaller dahilinde olduğu bir ödeve zorlanırsınız ve anlarsınız ki devlet denilen yapının hayatınıza kasttemesi için idam cezalarına, işkencelere vs. ihtiyacı yoktur. Size vermediği hayatı, sizden almak için egemenliğini ve birkaç yasal düzenlemeyi kullanması yeterlidir.
Bu noktada belki de tartışılması gereken husus ödev ve hak arasındaki ilişkinin egemenlikle bağlantısıdır. Aslında tartışmayı derinleştirmenin de bir anlamı yoktur; çünkü bazı hakların ödevlerle hiçbir alakası yoktur. Tıpkı hayat hakkı gibi… Bu hakkı hiçbir siyasal yapı size bahşetmemiştir. Bu hak, siz hayata gelir gelmez kendinizin yeryüzüne getirdiği bir haktır ve devlet de aslında bu hakkı korumak için insanoğlunun keşfettiği bir araçtır. Şimdi şunu soralım: Hayatınızı koruması için keşfettiğiniz bir mekanizmanın kendi siyasal amaçları için hayatınızı istemesi ne kadar mantıklıdır? Evet, hayat hakkınızın korunması için devletin sizden vergi talep etmesi ve bu vergiyi ödemeniz bir ölçüye kadar ödev kabul edilebilir ama hayatı bedenen ödenen bir vergi olarak görmek mümkün müdür?
Bugünün yaman çelişkisi hayat hakkının hiçbir şarta bağlı olmadan savunusu yapılmaksızın diğer hak ve özgürlükleri tartışmaktır. Bütün hak ve özgürlükler hayat hakkına sıkı sıkıya bağlıdır ve biliriz ki hayat hakkının güvence altında olmadığı bir toplumda mülkiyet hakkının, ifade özgürlüğünün ya da vicdan özgürlüğünün çok da anlamı yoktur. Kaç insan savaşta ölmek üzereyken mülkiyet hakkını düşünmüştür acaba?
Hayat, insanın keşfettiği değil, kendiliğinden ve oldukça saf bir gerçekliktir. Devlet ya da ödev gibi siyasal kabuller ise insanoğlunun kendi eliyle keşfedip yarattıklarıdır. Ontolojik olarak kutsanması gereken bir şey varsa o da hayat hakkıdır ve hiçbir mülahaza hayat hakkından kutsal olamaz. Öyleyse, birilerinden hayatını talep etmeniz hiçbir ödevle açıklanamaz ve birilerinin hayatını feda etmesi ancak kendi rızasına bağlıdır. Hani Churchill demişti ya ‘Gençler savaşta ölmek için vardır.’, Churchill belki gerçekten kelimenin tam anlamını belki de bir ironiyi dile getirmiştir; ancak kimse kusura bakmasın, hiç kimse ölmek için var olmaz. Hele hele modern devlet mantığı öyle emrediyor diye hiç olmaz.
Bauman’a atıfla, modernite bağlamında hayat hakkının kutsallığına yapılan atfın yönü daha önceki dönemlere göre bir değişime uğramamıştır. Hatta, bahçıvan modern devlet modeli önceki modellere göre en fazla hayat talep eden model olmuştur, gerek öldürdükleri gerekse ölmesini talep ettikleriyle. Birileri devlet için cidden canını feda etmek isteyebilir ya da öldürmeyi göze alabilir. Bazıları ise bir ücret karşılığında bu işi isteyebilir. Bunlar bu işi yapmaya cidden rıza gösteriyorlarsa söylenecek pek bir şey yoktur. Birincisi ahlâki bir kabule, ikincisi ise profesyonelliğe referans yapar ve her ikisinde de rıza söz konusudur. Ancak bu işi ‘zorunlu’ olarak yaptırmak ne vicdanen, ne hakkaniyetle ne de mantıken kabul edilebilir. Hele hele bu işi beceremeyeceklerini bildiğiniz halde buna kalkışmak çok daha korkunçtur, öyle ki elinizde buna dair çözümler de varken…
Devlet, savunma ihtiyacını profesyonel bir orduyla görebilir. O zaman rıza gösterip bu işe girenler hem rızalarının hem de verdikleri hizmetin karşılığını daha iyi alır. Hem aralarından birine bir şey olduğunda bunun hesabını sormanız daha kolay olur. Öte yandan cenaze törenlerinde arkalarından verdiğiniz (samimi ?) nutuklar da daha anlamlı olacaktır. O zaman ‘O ölümü bile bile ve isteye isteye bu işe korkmadan girişti ve hayatını hiçe sayarak bir kahramancasına öldü.’ diyebilirsiniz. Çünkü o zaman onun oraya kimse zorlamadan, kendi rızasıyla gittiğini ve bilinen riskleri göze aldığını hepimiz biliriz.
Yanlış anlaşılmasın; söylemeye çalıştığım, kendi rızası olmadan bu işin üstlerine yüklendiği insanların fedakârlığının daha büyük olduğudur. Hele hele ölmek istemediği ve kendine uzun bir gelecek planladığı halde umulmadık bir anda ve bütün planlarının dışında verilen bir hayatın değeri kim bilir ne kadar büyüktür. Kimse kimseyi kandırmasın; kahraman olmak için ölmek gerekmez; ayrıca kahramanlar da ölmeyi istemez.