Taksim’e cami tartışmasının bundan önceki son açılışında projeye karşı çıkanlardan biri de bendim.
Konu elbette ki “ihtiyaç var mı, yok mu” konusu değildi. Zaten, Taksim’e cami diye tutturanlar da ihtiyaç meselesini tali bir argüman olarak kullanıyor; hedeflerini açık açık “Pera’nın fethi” olarak ortaya koyuyorlardı. Yükselmekte olan dindar-muhafazakâr siyasi akım, “gavur” semti olarak gördüğü Pera’yı da fethetmek ve oraya Müslüman damgasını vurmak istiyordu.
Ehh, talep bu kadar siyasi-ideolojik bir biçimde ortaya konunca, karşısında alınacak tutumun da öyle olması kaçınılmazdı. Taleplerini böylesine “fütuhatçı” bir biçimde ortaya koyanlar, fütuhatçı zihniyetten nefret edenlerin muhalefetini de göze almak zorundaydılar! Ömrünü “farklılıkların barış ve empati içinde bir arada yaşaması” için dil dökmekle geçirmiş biri olarak kimi Müslümanlar’ın Hıristiyan bölgesi olarak gördükleri bir bölgeyi fethedip bayrak diker gibi cami dikmelerine sempati duyacak değildim herhalde…
Ama şimdi o günler geride kaldı. Zaman, muhafazakârları da olgunlaştırdı. Uzun süre ezilmenin ve kale alınmamanın verdiği öfkeleri biraz olsun dindi. Bugünün muhafazakârları artık Taksim’e ya da Çamlıca’ya cami yapılması taleplerini o günkü gibi saldırgan bir tarzda, “fetih ruhu”yla dile getirmiyorlar.
Dolayısıyla bugünkü tartışma daha çok bir şehircilik, estetik ya da silüet tartışması olarak sürebiliyor.
Osmanlı da Bizans İstanbul’unun silüetini değiştirmedi mi?
Doğrusu bu statik silüet düşkünlüğünü ben oldum bittim anlamadım. Şehirler yaşayan varlıklardır, her an kendi kendilerini yeniden oluştururlar. Yenilenme süreçleri boyunca yeni bir silüet de yaratabilirler. Yaşayan her kuşak kendi beğenisini, kendi ihtiyaçlarını ve kendi estetiğini yansıtır şehre. Kendinden önceki kuşakların yaptıklarından neyi koruyup neyi korumayacağına kendi kültürel değerlerine göre karar verir. Bir başka deyişle yaşanan değişimin yıkıcı ve bozucu bir tarzda gerçekleşip gerçekleşmemesi, o şehrin sahiplerinin yaşam kültürüne bağlı bir meseledir. Ama bir silüet meselesi değildir!
Demek ki tartışacağımız konu, ille de eski silüetin korunması değil, oluşacak yeni silüetin güzel olup olmayacağı, şehre yeni bir estetik değer katıp katmayacağı, yapılacak caminin mimari olarak olgun ve incelmiş bir zevkin ürünü olup olmayacağı gibi meseleler olmalıdır.
Erdoğan’ın zevkine göre olmaz
Tabii, doğal olarak “Kimin zevki” diyeceksiniz.
Kamu alanına yapılan binaların kimin zevkine göre yapılacağı; neyin güzel neyin çirkin olduğuna kimin karar vereceği meselesinin “şehir ve demokrasi” konusunun en çetrefil noktalarından biri olduğunu kabul ediyorum.
Ama yine de itiraf etmeliyim ki, Çamlıca Camisi’nin mimar adayının açıklamalarını okuyunca ciddi olarak endişelendim.
Mimari güzelliği ve görkemi büyüklükte ve yükseklikte gören bir anlayışı yeteri kadar olgun bulmadığım için… Daha projeye başlarken kendisine “dünyanın en uzun minaresini dikmek, en geniş kubbesini yapmak” gibi Guinness’çi bir hedef koyduğu için…
O yüzden de böyle önemli bir yapının ne Erdoğan’ın ne de onun seçtiği bir mimarın zevkine ve anlayışına bırakılmaması gerekir diyorum. Bu çapta bir proje mutlaka uluslararası bir yarışmayla belirlenmelidir.
Bugün, 07.07.2012