Geçtiğimiz günlerde önce Türkiye Futbol Fedarasyonu (TFF) Başkanı Sayın Yıldırım Demirören’in, sonra da Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye futbol takımlarının UEFA tarafından Avrupa Liglerinden yaklaşık beş yıl süreyle men edilmesinin Türkiye’de futbolun sonu olmayacağı mealinde açıklamaları oldu. Bilindiği gibi, eğer UEFA böyle bir kararı alırsa, bu kararının gerisinde Türkiye Süper Ligi’nde 2010-2011 sezonundaki şike ve teşvik iddiaları ile ilgili olarak TFF’nin hukuki belgelerinin öngördüğü ligden düşürme gibi tedbirleri almaması yatacaktır.
Ben bu yazıda, ilk olarak, UEFA’nın men cezasının Türkiye’de özel olarak futbol genel olarak da spor alanında yaratacağı tahribattan; ikinci olarak da, UEFA’nın bu cezayı verme gerekçesi olan, TFF’nin hukuki sorumluluklarını yerine getirmemesinin hukukun üstünlüğü ilkesine vereceği zarardan basedeceğim.
İlk olarak, UEFA’nın böyle bir cezasıyla futbolda uluslararası rekabetin önü kapanmış olur. Rekabet, tıpkı ekonomide mal ve hizmetlerin kalitesini arttırdığı gibi futbolda da kaliteyi arttırır. Hatırlayın, Özal öncesi Türkiye’sinin rekabeti engelleyen ithal ikameci ekonomi politikaları nasıl yerli üreticileri koruyor ve onların yağmur yağdığında yağmurluksuz içine binilemeyen otomobiller, annelerimizin saçını, parmaklarını kaptırdıkları merdaneli çamaşır makinaları üretmelerine imkan tanıyordu… Ekonomide dış rekabetin yokluğu neticesinde yıllarca Türkiye vatandaşları kalitesizliğe mahkum edildiler. Şimdi, futbol alanında uluslararası rekabetten Türkiye’nin dışlanmasının benzer bir kalitesizliği beraberinde getirmesi güçlü bir ihtimaldir.
UEFA’nın bu cezasının ikinci olumsuz sonucu hem futbol hem de diğer alanlarda Türkiye insanının yeni yeni kazanmaya başladığı özgüvene darbe vurulması olacaktır. Orta yaş ve üzerindekiler bilir… 80li yıllar ve öncesi Türkiye futbolunun uluslararası maçlarda “şerefli yenilgiler” yıllarıydı. Takımlarımızın düzineyle gol yediği o yıllarda, kimi maçlarda az gollü bir mağlubiyet almış ve biraz da top oynayabilmişsek gazetelerimiz “yenildik ama ezilmedik” diye başlıklar atarlardı. Futboldaki bu “makus talih”, özellikle Jupp Derwall’in, 1984 yılında, Galatasaray’ın başına geçmesi ile tersine çevrildi. Derwall, Galatasaray’a 13 yıl aradan sonra Türkiye şampiyonluğu kazandırmakla kalmayıp, takımına sık sık Avrupalı takımlarla hazırlık maçları yaptırarak futbolcularının Avrupalı rakipler karşısında özgüven kazanmalarına imkan sağlamıştı. Bu özgüven sayesinde Galatasaray Mustafa Denizli yönetiminde 1987-88 sezonunda Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale yükselmiş, Fatih Terim yönetiminde 2000 yılında UEFA kupasını, Mircea Lucescu yönetiminde de Süper Kupa’yı kazanmıştır. Galatasaray’ın bu başarıları diğer kulüplerimizde de kendine güveni getirmiş ve Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzon gibi kulüplerimiz de uluslararası arenada korkulur rakipler haline gelmiştir. Kulüp düzeyindeki bu başarılara 2002 yılında Milli Futbol Takımı’nın Japonya ve Kore’nin evsahipliğinde gerçekleşen Dünya Kupası’nda üçüncülüğü kazanması eklenmiştir. Tüm bu başarılar, özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, siyasal, ekonomik, kültürel ve diğer alanlarda özellikle Avrupalı uluslar karşısında geri plana düşüp özgüvenini kaybeden Türkiye insanının kendine güven duymasına, “evet, bizim bir eksiğimiz yok, biz de yapabiliriz…” demesine imkan sağlamıştır. Şüphesiz bu özgüven tazelenmesi sadece spor alanında değil edebiyatta (mesela Orhan Pamuk’un edebiyatta Nobel’i kazanması), müzikte (mesela Sertap Erener’in Eurovision birinciliği) ve diğer alanlardaki başarılarla da pekişmiştir. Futbolda kendimizi dış rekabetten mahrum bırakmak bu özgüvenin kaybolmasına yol açabilir.
İkinci olarak, TFF’nin görevini yapması hukukun ve vicdanın gereğidir. TFF’nin görevini yapmaması, bazı kimselerin ve kulüplerin yaptıkları yanlışların hesabını vermeden yollarına devam edebildikleri düşüncesini yaratarak vicdanları yaralayacaktır. TFF’nin bu uygulamasının verdiği mesaj, bundan böyle gücü yetenin şike yapabileceği, teşvik primi verebileceği yönünde olacaktır. Eğer yarın bir başka kulüp şike yaparsa, TFF o kulüp hakkında ligden düşürme kararını geçmişiyle çelişmeden savunamayacaktır. Bu Hükümetin de karnesine çok büyük bir eksi olarak yazılacaktır. Ergenekon, Balyoz ve İnternet Andıcı davalarında, olması gerektiği gibi, her kim olursa olsun, yasalara aykırı eylemlerde bulunanların bağımsız ve tarafsız mahkemeler önünde hesap vermesini, kısaca, hukukun üstünlüğünü savunan Hükümet burada bu ilkeden ödün vermiş olacaktır.
Hükümetin, böyle bir yola gitmesinde bir kaç neden olabilir. Bunlardan ilki, siyasal nedendir. Buna göre, Hükümet, bazı kulüplerin küme düşürülmesi halinde, onların taraftarlarının bu durumdan Hükümeti sorumlu tutacağını ve Hükümetten desteğini çekeceğini düşünebilir. Her ne kadar, siyasal tercihlerin kulüp aidiyetleri etrafında şekillendiğine ilişkin pek bir gösterge yoksa da, bunda kısmen haklılık payı olabilir. Takım taraftarlığını, diğer tüm kimliklerinden, çıkarlarından önde tutan bazı kişiler Hükümete, kulüplerinin ceza alması halinde destek vermemek eğiliminde olabilirler. Ancak, küme düşürülme ihtimali olan kulüplerin taraftarları içerisinde, kulüplerinin yöneticilerinin yaptığının yanlış, bundan tezmizlenmenin yolunun da gerekli cezanın çekilmesi olduğunu düşünenler olabilir. Böyle düşünenler, kuralların çiğnenerek istisnalar yaratılmasından rahatsız olabilir ve Hükümete destek vermekten geri durabilir.
İkinci neden, hükümetin 7-8 takımın küme düşürülmesi halinde Türkiye’de futbolun çökeceğini düşünmesi olabilir. Zira, Başbakanın bu yönde bir açıklaması olmuştur. Kanımca, bu da yanlış bir düşünme biçimidir. Bu, Ergenekon, Balyoz ve İnternet Andıcı davalarına karşı çıkanların, “bu davalar ordumuza zarar vermektedir” biçimindeki argümanına benzemektedir. Onların bu argümanına Hükümetin ve bu davaları destekleyenlerin verdiği cevap, doğru bir biçimde, bu davalar neticesinde suça karışmış olanların Türk Silahlı Kuvvetleri’nden temizlenerek daha sağlıklı ve güçlü bir ordu kurulacağı şeklindedir. Evet, aynı argüman, Türkiye futbolu için de geçerlidir. Centilmenlik ve sportmenlik dışı yollara başvuranların cezalandırılması, belki bir kaç sezon Süper Ligi heyecansız hale getirebilir ama gelecek için çok daha rekabetçi ve güçlü hale getirir. Eğer bugün fubolda yapılan yanlışlara Türkiye’de futbol çöker diyerek göz yumarsanız, darbecilere ve andıççılara da onlar “Bu davalar Türk Ordusu’nu çökertiyor” dediğinde verecek cevabınız olamaz.
Üçüncü neden, Yayıncı Kuruluşun karşılaşacağı maddi zararla ve bunu engellemek için Hükümet’e yaptığı baskıyla ilgili olabilir. Bilindiği gibi, futbol maçlarını yayınlama hakkı ihaleyle bir yayın kuruluşuna veriliyor. Yayın kuruluşu, 7-8 takımın düşürülmesi neticesinde bu takımlarının taraftarlarının yayınını satın almaması nedeniyle büyük zarar edebilir. Ancak, piyasa ekonomisi doğası gereği risk almayı gerektirir. Alınan riskler karşılığında tatlı karlar elde edilebileceği gibi acı zararlar da edilebilir. Ayrıca, Türk futbol takımlarının uluslararası müsabakalardan men edilmesi durumunda hem kulüpler Avrupa kupalarında oynamaktan elde edecekleri gelirleri kaybedecek hem de Avrupa şampiyonalarında boy göstermek isteyen kaliteli futbolcular Türkiye’de oynamayı tercih etmeyeceklerdir. Bu da Türkiye’deki futbolun kalitesine olumsuz etki edecektir. Kaliteli bir futbolun olmadığı yerde, futbol izleyecilerinin Yayıncı Kuruluşun Türkiye Ligi yayınını talep edeceği de şüphelidir. Nitekim, ben şahsen Türkiye futbol kulüplerinin Avrupa Kupalarından men edilmesi durumunda LigTV aboneliğimi iptal etmeyi ciddi bir şekilde düşünüyorum.
Evet, bu yazıda açıklamaya çalıştığım gibi böyle bir ceza Türkiye’de özelde futbola genelde spora ve insanımızın özgüvenine telafisi çok zaman alacak büyük bir zarar verecektir. TFF’nin üzerine düşeni yapması hem bu kötü sonuçları engellemek hem de hukukun gereğini yerine getirmek için bir zorunluluktur.