Otuz küsur yıllık yazı hayatım boyunca, ortaya çıkan meselelere hep ilkesel düzeyde yaklaşmaya çalıştım.
Politik pozisyon alma temelinde ortaya çıkan saflaşmalarda “doğru tarafta” yer alma adına doğru bildiğim ilkeleri “unutma” ya da görmezden gelme pragmatizmine düşmedim.
MİT krizinin başından bu yana da aynı şeyi yapmaya çalışıyorum.
Çünkü ilkeleri savunmanın, uzun vadede en pragmatik tutum olduğunu; zaten ilke dediğimiz şeylerin de insanoğlunun içinde bulunduğu evrene zaman içerisinde verdiği yanıtlar toplamı olduğunu; yaşam içerisinde düşünce, eylem ve davranışlarımıza yön veren evrensel ilke ve kuralların, bir zamanlar pragmatik olarak ortaya çıkmış olduklarını gayet iyi biliyorum.
O yüzden de bu yazıda, değiştirilen MİT Kanunu’nun ayrıntılarına girmeden, bu değişikliğin siyaseten kime yarayıp kime yaramadığına hiç aldırmadan meselenin ilkesel boyutu üzerinde duracağım.
“Lüzum-u muhakeme”
Malum, yeni MİT Yasası, MİT mensuplarının yargılanmasını idarenin iznine bağlayan hükmü daha da pekiştirmek ve genişletmek amacını taşıyor.
Yasada yapılan bu değişiklik dolayısıyla karşımıza çıkan tablo, 1913 tarihli Memurin Muhakematı Hakkındaki Kanun’dan bu yana değişmeyen bir zihniyetin son tezahürüdür.
Nedir bu zihniyet?
Devletin “kendi adamlarını” halkın bütününden kopararak kendi kanatları altında korumaya alması, çeşitli yasalarla yargıdan kaçırması, onların sıradan vatandaşlarla aynı yargıda yargılanmasına izin vermemesidir.
Düşünün bir, 1913’ten bu yana ne sular akmış köprünün altından… Koca bir imparatorluk yıkılmış, yeni bir devlet kurulmuş yerine. Osmanlı gitmiş, İttihatçılar gitmiş, rejim değişmiş, meşrutiyet bitmiş, cumhuriyet kurulmuş. hilafet kalkmış, devrimler yapılmış; halkın kılık kıyafeti, yazı dili, takvimi değişmiş. Toplumsal yaşamı derinden etkileyen yeni bir medeni kanun gelmiş.
Ama devletin kendi memurlarını dokunulmaz kılmak için koyduğu kanun (1999’da yapılan değişiklikle adı değişse de) değişmemiş. Yani devletin niteliği değişmemiş. Osmanlı gitmiş ama Osmanlı’dan kalma devlet anlayışı değişmemiş.
Yıllardır boşu boşuna, demokratik devletlerde memur, devletin değil halkın memurudur, halkın hizmetinde ve denetiminde olmalıdır deyip duruyoruz. Ama devlet, gözümüzün içine baka baka; “Yağma yok, o benim memurumdur ancak ben lüzum görürsem yargılanır” diyor. Biz, parlamenterlerin dokunulmazlıklarını sınırlamaya çalışa duralım, devlet göğsünü gere gere, milyonlarca memurunu kanatlarının altına alıp yargıdan kaçırma hakkına sahip.
İtaat ve sadakatin karşılığı
Peki nedir devletin memuruyla ilişkisi?..
Kutsal bir varlıkla ona inananlar arasında ya da efendiyle hizmetkârları arasında bir ilişkidir. Eğer devlet, hikmetinden sual olunmayan; halktan gizli sırları, kendine özgü menfaatleri ya da şerefi olan; elle tutulmaz gözle görünmez metafizik bir varlık ise böyle bir devletin bekası için çalışan insanların da sıradan insanlar olmaları mümkün değildir. Onlar olsa olsa, bu kutsal davanın misyonerleri ya da hizmetkârları olabilirler.
Efendi, hizmetkârından yalnızca emeğini değil ruhunu da ister; sadece çalışmasını değil, ona inanmasını ve itaat etmesini de bekler. Ama buna karşılık kendisi de onu koruma ve kollama yükümlülüğü altına girer. Hiçbir soylu efendi, kendisi yoksul düşse de hizmetkârını kolundan tutup sokağa atmaz. Ömür boyu itaate karşılık, ömür boyu geçim garantisi verir. İşte bu yüzden devlet, kendisine hizmet edenlerden itaat ve bağlılık beklerken, onları toplumun diğer çalışanlarından ayırıp imtiyazlar tanımak zorundadır. 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu bu yüzden vardır; Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun bu yüzden vardır; MİT Kanunu bu yüzden vardır.
Ben, bırakın devlet memurlarının yargılanmasının izne bağlanmasına, memur kavramının kendisine bile karşı biri olarak, elbette MİT Yasası’nın söz konusu maddesine de karşıyım. Hem eski haline, hem de yeni haline…
O yüzden de tartışmaya “Hakan Fidan’ın savcılığa çağırılması için Başbakan’dan izin neden istenmedi; yoksa istendi de verilmedi mi” platformunda katılmayı reddediyor ve çok basit olarak, “yargı sıradan vatandaşları hangi usullerle yargılıyorsa, MİT müsteşarını da aynı usullerle yargılamalıdır” diyorum.
Bugün, 18.02.2012