– Türkiye hiç bu kadar kutuplaşmamıştı (olumsuz bakış)
– Türkiye, bu kadar çok kutuplaşmışken bile sorunlarını demokratik usuller ve barışçı yöntemlerle çözmeyi becerebiliyor (olumlu bakış)
Aynı tabloya bakarak getirilebilecek iki farklı yorumun her ikisinde de hakikat payı bulunuyor. Bu fevkalâdeliğin yeterince farkında değilsek, siyaset gözümüzü kör ettiği, öfke, nefret, ihtiras ve siyasal tapınma gibi en ilkel duygular benliğimizi esir aldığı içindir.
Bu cinnet hali geçip de 17 Nisan günü hayat kaldığı yerden devam etmeye başlayınca dostlarımızın, akrabalarımızın, ahbaplarımızın, komşumuzun ve iş arkadaşlarımızın, kısaca en iyi ve en zor zamanlarımızda yanımızda bulunan insanların evetçi mi, hayırcı mı olduğunun hiçbir ehemmiyeti kalmayacak. Lakin bu süreçte açılan yaralar hatırda kalacak ve içten içe kanamaya devam edecek.
***
Hayat sürprizlere gebe. Niyetlenilmemiş sonuçlar da bunun bir parçası…
Anayasa Mahkemesi’nin 2007 yılında aldığı ve Cumhurbaşkanlığı seçimini kilitleyen ‘367’ kararının mucidi Kanadoğlu, o gün kendi eliyle ateşlediği fitilin yıllar sonra ülkeyi Başkanlık ana temalı bir halkoylamasına götüreceğini bilebilir miydi meselâ?
Beşerî bilimlerde hesaba katamayacağımız kadar çok sayıda değişkenin farklı zaman ve zeminlerde etkileşime girmesinin (hatta bazen girmemesinin) yaratacağı sayısız ihtimalden sadece biri vuku buluyor ve biz, onu yaşıyoruz. Diğer yolu seçseydik yaşanacakları bilmek mümkün değil.
Sözgelimi, sandıktan ‘evet’ çıkarsa, ‘hayır’ demiş bir Türkiye’nin nelerle karşılaşacağını asla bilemeyeceğiz. Aynı şey, ‘hayır’ demiş bir Türkiye için de geçerli: ‘Evet’ deseydik, tarih nasıl seyredecekti?
Cevabını hiçbirimizin tam olarak bilmediği, fakat (eğer yanlış karar verirsek) maliyetine hepimizin maruz kalacağı bu tür konularda toplumun sağduyusuna -Surowiecki’nin tabiriyle ‘Kitlelerin Bilgeliği’ne- güvenmek, sadece daha isabetli kararlar alabilmek adına değil, muhtemel bir yanlışın maliyetine kim katlanacaksa, kararı onun vermesi daha âdil olduğu için de gerekli. Ben, halkımızın sağduyusuna güveniyorum.
16 Nisan akşamı sandıktan çıkan karar bir son değil, yeni şeyler söylemek ve yapmak için bir başlangıç teşkil edecek bana göre.
Sandıktan ‘evet’ çıkarsa, pakette eksik ya da yanlış bulduğum konuların takipçisi olacak, muhtemel sakıncaların ortadan kaldırılması veya asgariye indirilmesi için çalışacağım.
Meselâ ‘madem yürütmede istikrar sağlandı, seçim barajını kaldırıp dar bölgeli sisteme geçelim’ diyeceğim.
Değişen haliyle anayasa her ne kadar cevaz veriyorsa da, Cumhurbaşkanının partisiyle hiyerarşik bir ilişki içinde bulunmasının hiç de şart olmadığını söyleyecek, cumhurbaşkanlarının partilerinin yönetim, denetim ve disiplin kurullarında yer almamalarını (keza parti genel başkanı olmamalarını) önereceğim.
Cumhurbaşkanının görev süresinin dört yıl olmasını, kendisine vekâlet edecek yardımcısının adını henüz seçime giderken açıklamasını, seçimlerin iki yılda bir ve 1/3 oranında (200 milletvekili) yenileme seçimi şeklinde yapılmasını isteyeceğim.
Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiminde neden bu kadar ürkek davranıldığını ve seçim usulünün yeniden düzenlenmediğini soracağım. Bana göre Anayasa Mahkemesinin bütün üyeleri, Cumhurbaşkanının önereceği belli nitelikteki iki adaydan birini Meclisin seçmesi ile göreve gelmeli.
Bakan ya da üst düzey bürokratların, düşme ya da düşürülme korkusu yaşamaksızın Meclis komisyonlarında sorgulanmasının önünün açılmasını isteyecek, Cumhurbaşkanının görevini yerine getirmesini engellemeye matuf (salt yürütme ile ilgili) konularda Meclis’in kanun çıkarma yetkisinin olmaması gerektiğini iddia edeceğim.
Meclis komisyonlarının davetine icabet zorunluluğu getirilmesini savunacak, vaktiyle Veli Küçük (veya son dönem Necdet Özel) örneğinde olduğu gibi yasama organının saygınlığını zedeleyecek tavır ve davranışlara müsamaha gösterilmemesini isteyeceğim.
Ve daha bir sürü şey…
***
Sandıktan ‘hayır’ çıkarsa, mevcut durumun Türkiye siyaseti açısından uzun süren bir parantez (istisna) teşkil ettiğini ve sürdürülebilir olmadığını anlatacağım.
Mevcut sisteme göre cumhurbaşkanları en az %50,001 oyla seçiliyor. Doğrudan halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olan Erdoğan 2014 yılında %52 oy aldı. 1995 seçiminin galibi olan partinin (başbakanın) oyu %21, 1999 seçiminde ise bu oran %22 idi.
Her ikisi de halktan oy almış cumhurbaşkanı ile başbakanın görüş ayrılığına düşmesi halinde, kamu politikaları hangi politik aktörün tercihlerine göre şekillenmeli? Ya da geri adım atan kim olmalı? Mevcut durum, bu soruya cevap üretmiyor.
Bana göre bu soruya verilecek makul ve meşru cevap “hangisinin temsil kabiliyeti (oy oranı) daha yüksekse onun dediği olmalı, diğeri geri adım atmalı” şeklinde.
Peki ya geri adım atmazsa?
Sandıktan ‘hayır’ sonucu çıkması halinde bir gün mutlaka yaşayacağımız bu düğüm iki farklı şekilde çözülebilir: 1) Cumhurbaşkanının yetkilerini tamamen sembolik düzeye indirip TBMM tarafından seçilmesini sağlayacak yeni bir anayasa değişikliği ile gerçek bir parlamenter sisteme geçerek; yahut 2) daha iyi tasarlanmış bir başkanlık sistemini tekrar gündeme getirerek. O gün geldiğinde/gelirse, her iki çözüm de kabulüm.
Saltanatın kaldırılmasına karşı çıkma cüreti gösterebilen bir mebus olarak 1922 yılının 1 Kasım’ına gidebilse idim, parlamenter sistem içinde yürüyen bir anayasal monarşinin tesisi için elimden geleni yapar, 16 Nisan referandum gerginliğini size yaşatmazdım. Lakin tarihin tozlu sayfalarında bulduğum bu muhayyel çözüm, bugün işe yaramıyor.
***
16 Nisan günü oya sunulacak teklifin eksik ve kusurları, zaman içinde düzeltilir anlayışı içinde iseniz ‘evet’ oyu verebilirsiniz. Bu sistem iddia edildiği gibi bir diktatör üretmez ve işleyişte ortaya çıkacak sakıncalar zaman içinde ortadan kaldırılabilir.
Parlamenter sistemden yanaysanız veya ‘sonradan düzeltmektense, dengeleri daha iyi gözeten bir başkanlık modeli’ arzusunda iseniz ‘hayır’ oyu verebilirsiniz.
Ak Parti ve/veya Erdoğan güçten düşene (ya da Erdoğan siyaseti bırakana) kadar mevcut düzen devam eder. Cumhurbaşkanı ile başbakanın farklı partilerden olduğu, anlaşamadığı veya arkasında nispeten zayıf halk desteği bulunan başbakanlar iş başına geldiği vakit, bu konu tekrar gündeme gelir ve günün şartları içinde yeniden değerlendirilir.
16 Nisan bir son değil, başlangıç. Sandıktan hangi sonuç çıkarsa çıksın, Türkiye güçlenerek yoluna devam edecek.