Yasalar birey ve toplum hayatında önemli bir yere sahiptir. Kodifikasyon veyahut regülasyon çalışmalarının en genel biçimi olarak ortaya çıkan anayasaları, ayanayasacılık ya da sözleşme fikrinden ortaya çıkmış modern tezahürler olmakla beraber, düşünce tarihinin başlangıç evrelerine kadar götürmek mümkündür.
Yasa yapma tarihi üzerine yazmak detaylı bir araştırma gerektirdiğinden, burada güncel bir tartışmanın dayandığı farklı görüşleri değerlendirmek yerinde olacaktır. Bununla birlikte yasaların yazısız biçimi olan ahlâkî kodların ve genel toplumsal normların, hayatımızda yazılı kanunlar kadar belirleyici olduğunu belirtmek gerekmektedir.
İçinde yaşadığımız sosyal düzenin tarihsel arkaplanında benzer sosyal değişim süreçleri yaşadığımız aşikârdır. Osmanlıdan Cumhuriyete geçiş süreci bu değişimin en bariz örneğidir. Sancılı geçen bu süreç, toplumsal hayatta yeni amillerini yaratarak devinmeye ve dolayısıyla değişmeye devam etmektedir.
Cumhuriyeti kuran elitlerin öngörmüş olduğu birey ve toplum, niteliksel olarak dönüştürülen bir imgenin ya da fikrin öngürüsüne göre salt bir tasarım olmaktan uzaktır. Her ne kadar cumhuriyet elitlerinin oluşturdukları kurumların arzuladığı insan tipinin oluşturulması bütünüyle başarılamadıysa da, “değiştirme iradesinin” kamu zoruyla yarattığı yeni bir insan tipi de ortaya çıkmıştır.
Türkiye toplumu kendisine giydirilen yüzyıllık gömleği son çeyrek asırda değiştirmeye çabalarken, kalıcı bir değişime de uğramıştır. Dinsel, etnik ve ideolojik çatışmalarla yürüyen bu sorun, devletle toplum arasında sürekli bir gerilimin konusu olagelmiştir. Askerî ve sivil bürokrasinin baskıcı ve zorlayıcı tutumuyla yaşanan bu gelişmeler kendi hukukunu da yaratmıştır.
Türkiye’de yasaların dayandığı bir anayasa her zaman olmuştur, ama anayasanın bu yönüyle sahip olduğu içerik, ideolojik tahakkümü öngördüğü, dayatmacı ve toplumu zorlayıcı olduğu hususları tartışma götürmez gerçekler olarak hafızalarımıza işlenmiştir.
Özgürlükten ziyade yasaklamayı, men etmeyi, “bireyden” çok “oluşturulmuş cemaati” öngören cumhuriyet siyasası, belli dönemlerde yeniden üretilmek üzere askerî darbelerle kesintiye uğratılmasına rağmen, olumlu politik eylemlerin de sahası olmaktan kurtulamamıştır. Toplumun siyasal sisteme müdahalesi olarak yaşanan iktidar değişiklikleri, iktidar elitleri ve onları destekleyen görece daha küçük toplumsal gruplar tarafından akamete uğratılmıştır.
Bu gerçeği doğru anlamak için, Cumhuriyet Türkiyesinin askerî darbeler tarihine bakmak ve müdahale fikrini destekleyen ideolojik ve yargısal destek pratikleriyle birlikte değerlendirmek gerekmektedir.
Cumhuriyet tarihinin neredeyse her 10 yılında bir yaşanan ve değişik formlar içinde sunulan askerî darbe mekanizmasının yarttığı deforme bilinç, yeni bir sözleşmenin anayasa olarak toplumsal uzlaşmayla oluşturulamayacağı görüşünü yaygınlaştırmaya yönelik geliştirdiği söylemi bu süreçte de yenilemektedir.
Çok partili siyasal hayatın varlığından bu yana, Menderes’in idam edilmesi, Özal’ın şaibeli bir şekilde iktidardan uzaklaştırılması ve Erbakan’a yapılan darbe neticesinde iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, 15 yıllık iktidarını muktedir olmaya evirdiğini algıladığında, 15 Temmuz askerî darbe teşebbüsünden sonra yaptığı tüm hatalara rağmen mümkün olan azamî konsensüsle yeni bir anayasa yapmaya niyetlenmiş ve ilk aşaması olan meclis oylamasını geride bırakmıştır.
TBMM’de kabul edilerek halk oylaması aşamasına geçilen bu yeni süreçte yapılan değerlendirmelere bakıldığında, birkaç yaklaşım gündemde yer almakta ve bu çerçevede tartışmalar yürütülmektedir.
İlkin, kategorik olarak siyasal sisteme, siyasal sistemin demokratik süreçlerle iş başına getirdiği hükümete karşı olan ve bu bakımdan yapılacak muhtemel anayasa değişikliğini gayrı meşru ve dolayısıyla manasız gören farklı ideolojik yaklaşımlar mevcuttur. Soldan ya da sağdan gelen bu yaklaşım kendi içinde tutarlı olmasına rağmen, tercihlerini sosyalizm, faşizm ya da benzer totaliter formlarda sundukları için devrim retoriği çerçevesinde eleştirilerini sürdürmektedir.
İkinci yaklaşım ise siyasal sistemden ziyade mevcut hükümeti dünya görüşleri bakımından kabul etmeyen ve buna bağlı olarak meşruluğuna kuşkuyla bakan, yapılacak değişikliğin içeriğine bakmadan eleştirilerini dillendiren sosyal bir kesim tarafından ortaya konmaktadır.
Bu yaklaşımın dayandığı sosyolojik kesimin dikkate değer olduğu açıktır. Görece seküler bir görünüme sahip olan, etnik ve sekter vurguları da ön plana çıkaran bu kesim, CHP ve HDP çizgisini takip etmektedir. Burada ortaya çıkan ve özellikle bu kesimin elitleri tarafından yapılan eleştiriler yaşanacak değişimi “ERDOĞAN” kimliği üzerinden red etmeye dayanmaktır.
Bu yaklaşım yeni değildir. Cumhuriyetin kurucu geleneğine atıfla, kendilerini ‘üst’ konuma yerleştiren, seküler ve modern kimliğini ön plana çıkaran bu sosyolojik kesimin elitleri siyasetin her argümanını kullanarak, zaman zaman gerçekleri seslendirmekten ziyade, tarihsel olarak geliştirdikleri dışlayıcı söylemlerine başvurarak eleştirilerini dillendirmeye devam etmektedirler.
Anayasa değişikliğine hükümet tarafından getirilen değişim temelinde karşı çıkan CHP-HDP çizgisi, esas olarak farklı bir sosyolojik varlığa tekabül etmesine rağmen, değişimin getireceği yeni siyasal ortamın yaratacağı güçlü dönüşümden korkmaktadırlar. Zira anayasa değişikliği kabul edildiği takdirde Cumhuriyet tarihinde alışık olageldikleri siyaset yapma tarzı köklü olarak değişime uğrayacak ve bu değişime uyum sağlama kabiliyeti düşük olan aktörler siyaset alanında etkisiz hale gelecektir.
Muhtemel anayasa değişiklik metnine şüpheyle bakan ve yaratacağı sonuçları kestirmek konusunda kaygılı olan ve daha çok ilkeler üzerinden eleştirilerini dile getiren bir entellelktüel kesim de mevcuttur. Daha ziyade liberal ve kısmen muhafazakâr bir perspektifen ortaya çıkan bu görüşü dile getiren zevat, mevcut hükümetin son 15 yıllık süreçte ortaya koymuş olduğu performansı genel olarak takdir eden ve yarattığı değişim dinamiğini olumlu olarak gören entelektüellerden oluşmaktadır.
Farklı gerekçelerle anayasa değişikliğine karşı şüphelerini dile getiren liberal entellektüellerin kaygılarına, hükümetin son dönemdeki bazı olumsuz uygulamaları dayanak teşkil etmektedir. Hükümetin siyasal bir entite olarak yürütmekte olduğu ve daha çok darbe teşebüsü sonrasında ortaya çıkan eylemlerinin eleştirilmesi rasyonel bir zemine dayanmasına rağmen belli ihmalleri de içerdiğini belirtmek gerekmektedir. Ulusal ve uluslararası ölçekte yaşanan siyasal, ekonomik ve mülteci sorunlarının yarattığı yeni politik gerçekliği dikkate almadan yapılan bu değerlendirmeler, somut gerçeği anlamaktan uzaklaşmaktadır.
Kanaatimce bu yaklaşım baskıcı uygulamaları eleştirmek temelinden hareketle belli bir sağduyuyu temsil etmekle beraber, daha çok kodifikasyon ve regülasyon temelli bakmak gibi önemli bir yetersizliği de ifade etmektedir. Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler, tek adam rejimi ya da meclis iradesinin zayıflayacağına dair yapılan değerlendirmeler reel olandan ziyade ideal normlara atıfla yapılmaktadır.
Salt metinsel (textual) bu yorum ve değerlendirmeler darbe teşebbüsünün yarattığı derin toplumsal travmayı da ihmal etmektedir.
Anayasa metinleri ve bu metinlerde yer alan ifadelerin önemi a priori olarak ortadadır. Öte yandan yaşanmakta ve yaşanacak olan tüm değişimi, anayasal kodların sığ ifadeleriyle değerlendirmek sosyal ve siyasal gerçekliği ihmal etmek ya da görmezden gelmek anlamına gelir. Kaldı ki anayasa metninde yapılacak değişikliğin mevcut metinle kıyaslandığında daha pozitif öğeler taşıdığı, karmaşık ve defolu darbe yasasını bir nebze olsun rehabilite ettiği de ortadadır. Daha net ve anlaşılır bir hükümet sistemini öngören bu yeni teklif çok önemli bir değişikliği de önermektedir.
Bu çerçevede, Cumhurbaşkanı seçilme süresini iki dönemle sınırlamak, Cumhuriyet tarihinde çarpıcı bir değişim olacaktır. Aynı yüzlerin, bütün başarısızlıklarına rağmen, hayatlarının sonuna kadar mevkilerini vekil, bakan, başkan ya da devlet başkanı olarak işgal etmeleri böylece önlenmiş olacaktır.
Çok eleştirilen “kamu kurumlarına atama yapma” yetkisinin, demokrasi teorisinin bir gereği olarak hükümete ait olması gerektiği ve bu yetkinin seçilmişler aracılığıyla yargıyı da kapsaması gerektiği ortadadır.
Aksi takdirde muktedir bir hükümetten söz edilemeyeceği, askerî vesayete bürokratik ve yargısal vesayetin eşlik edeceği ve etmekte olduğu, Cumhuriyet tarihinde yaşadığımız her türlü müdahalelerle açık olarak ortadadır.
Şüphesiz yapılan anayasa değişiklik teklifi ideal bir düzenleme değildir. Değişikliğin kabul edilmesi için hükümet tarafından kullanıllan dil eleştiriyi hak etmektedir. Zaman zaman kullanılan dışlayıcı retorik, reaksiyoner bir tutumun ifadesi olarak yorumlanabilir. Öte yandan yaşanacak değişimin askerî bir darbe teşebbüsünün sonrasında ortaya çıkan bir argüman ve sivil irade beyanı olduğu açıktır. Bu yönüyle anayasa değişiklik teşebbüsü, siyasal cesaretin bir göstergesi olarak okunmalıdır.
Anayasa değişiklik teklifi yetersizliğine rağmen, kapsayıcı bir değişim sunamamasına rağmen, demosun katılım talebini cesaretlendirecek ve devletle toplum arasında yeni ve daha kapsamlı bir sözleşmenin önünü açacak niteliktedir.
Sadece bu yönüyle dahi yaşanacak siyasal değişimi desteklemek rasyonel bir tercihtir.