7 Haziran, ana-akım Kürt siyasetini temsil eden HDP için yıldızının parladığı andı. Elde edilen büyük başarı, hem siyasi tabanı genişletmek ve hem de Kürt meselesinin siyasi yoldan çözümü için büyük bir imkâna tekabül ediyordu. Ne var ki yıldızın parlaması uzun sürmedi. İki nedeni vardı bunun: İlki, HDP’nin seçim öncesinde kendisine başarı getiren stratejiyi seçim sonrasını taşımasıydı. Oysa seçimle birlikte yeni bir denge ortaya çıkmıştı; buna göre pozisyon almak gerekirken eski pozisyonda ısrar etmek HDP’yi siyaseten açığa düşürdü.
İkincisi ve daha mühimi, PKK’nin şiddete dönüş kararı alması ve çözüm sürecini bitirmesiydi. Sanırım PKK şöyle bir okuma yaptı: “AKP, içeride iktidarı kaybetti. Dışarıda Erdoğan’ın üzeri çizilmiş zaten. Suriye’de de işler hiç de onları istediği gibi gitmiyor. Oysa Suriye’de tarihsel bir fırsat ayaklarımızın önüne gelmiş durumda. AKP ve Erdoğan en zayıf anlarını yaşıyor. Bu gidişle 2015’in sonunu da çıkarmaları görünüyor. Eğer çöküşlerini hızlandırırsak, kazanımlarımızı da azami kılarız.”
Buna bir de seçimlerin sağladığı özgüven eklenince PKK şiddete dönmeyi kendisi için en doğru yol olarak gördü. HDP’nin en yüksek oy oranlarına ulaştığı mahallerde hendekler kazıldı, barikatlar kuruldu ve Türkiye bir şehir savaşı pratiğinden geçti. Lakin Suriye’deki hesap Türkiye’de tutmadı. 7 Haziran’da verilen oylar, savaşa değil barışa, şiddete değil siyaset verilmişti. Türkiye Kürtleri, hem Türkiye’de birlikte yaşama iradesini taşıdıklarından ve hem de siyasi çözüm olanağı ortada dururken savaşmayı kabullenmediklerinde, hendekleri ve barikatları reddettiler, bunların kurulduğu yerlerden çekildiler.
Uzun ve bedeli ağır bir süreç oldu. Şehirler yerle yeksan oldu, insanlar evlerinden-yuvalarından göçmeye mecbur kaldı, çok sayıda genç hayatını yitirdi. Neticede PKK’nin alanı kontrole dayana stratejisi çöktü, PKK kentlerden çıkarıldı, kırsalda da PKK’ye yönelik askeri hareketlilik arttı. HDP şiddete zor verdikçe HDP’nin siyasi ağırlığı azaldı. Kitlesel etkinlikler gerçekleştirmeyen PKK, bombalı eylemlere yöneldi.
15 Temmuz ve sonrası
Bir yıl böyle geçti. 15 Temmuz’da Türkiye bir dönüm noktası yaşadı. Ordu içinde kümelenmiş Gülenistlerin darbe girişimi halkın ve siyasetin karşı duruşuyla püskürtüldü. Bir ilkti bu ve demokrasiyi koruma adına muazzam bir kazanımdı. O gece, ana-akım Kürt siyaseti için yeniden yıldızın parladığı bir an olabilirdi.
Başbakan’ın “Bir kalkışma ile karşı karşıyayız. Buna boyun eğmeyeceğiz, hesabını soracağız”dediği andan kısa bir süre sonra Demirtaş televizyonlara bağlanıp darbe karşı güçlü bir tepki ortaya koyabilirdi. “İktidarla siyasi alanda her şekilde mücadele ederiz. Ama demokrasinin katli anlamına gelen darbeyi ve darbecileri tanımıyoruz. Kendimize karşı yapılmış saydığımız bu darbeyi bertaraf etmek için demokratik mücadeleden geri durmayacağız” mealinde bir konuşma yapabilirdi. Kendi kitlesindeki insiyaki darbe karşıtlığına tercüman olabilir, özgürlük ve demokrasinin bayraktarlığını üstlenebilirdi.
Ama olmadı. Ağır davrandı HDP. Halkın sokağa inmesinden, diğer muhalefet partilerinin açıklamalarından, bazı ordu komutanlarının televizyonlara bağlanıp darbeye karşı olduklarını ilan etmelerinden sonra HDP’den dozu düşük bir basın bildirisi yapmakla yetindi. Durum netleşmeye başlamıştı zaten. Darbeye karşı olmak yine de önemliydi ama halk karşıtlığın geç ve düşük sesliğini es geçmedi, not etti.
Güvenlik açığı
15 Temmuz, Kürt meselesinde yeniden siyasete dönmek için bir fırsat yaratmıştı. PKK, halkın darbeyi kırmak için gösterdiği olağanüstü dayanışmaya saygının bir ifadesi olarak, bütün eylemlerini durdurabilir ve ateşkes ilan edebilirdi. Bunun toplumda pozitif bir akis bulacağı kesindi.
Fakat PKK, tam tersini tercih etti. 15 Temmuz’dan kısa bir müddet öncesinde PKK eylemleri kesmişti. Hatta kimileri bunu ilan edilmemiş bir ateşkes olarak yorumluyordu. Ama 15 Temmuz’dan sonra oluşan güvenlik kırılganlığını da fırsat bilerek birden gaza bastı ve Van, Diyarbakır, Elazığ, Kızıltepe, Midyat ve Cizre’de -sivillerin de hayatını kaybettiği- çok sayıda bomba patlattı. Her ne kadar “Hedefimiz o değildi” dese de Artvin’de CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun konvoyuna saldırı düzenledi.
Bombaların faturası
Toplumsal fay hatlarını tetiklemeyi, kargaşa ve korkuyu hâkim kılmayı amaçlayan bu eylemlerin PKK’ye çıkarttığı bir fatura oldu. Şiddete karşı tepki sokaklara yansıdı. Bazı illerde meydanlara çıkan halk, bombaları protesto etti. Sivil toplum örgütleri, açık ve net bir tavır koyarak, şiddet eylemlerini kınadı. Farklı mecralardan akan bu şiddet karşıtı dalgayı temellendiren iki neden var:
İlki, insanlar bu bombaların Kürtlerin hak ve hukukuyla ya da Türkiye’nin demokratik standartlarının yükseltilmesiyle herhangi bir alakasının olmadığını gayet iyi biliyorlar. Toplumsal her kesimi şu veya bu ölüde şiddetin olumsuz etkilerine maruz kalsalar da, şiddetten en büyük zararı –her açıdan- hep Kürtler görüyor. İkincisi de, şiddetin Kürt meselesini çözmede –asla kolaylaştırıcı değil- zorlaştırıcı bir işlevinin bulunduğu görüyorlar.
Çıplak gerçek karşılarında. Her geçen gün artan ölüm haberlerinin özgürlüklere ket vuruyor, demokratik kazanımların alanını daraltıyor ve siyaseti boşa çıkarıyor. İnsanlar kendi gündelik hayatlarında bunları acı bir şekilde tecrübe ediyorlar. Sesleri de bundan ötürü daha gür çıkıyor.
Örgüt taassubu
PKK, bu duruştan rahatsız. Nitekim sivil toplum örgütlerinin şiddeti kınayan açıklamalarına tehditkâr bir dille karşılık verdi. PKK bu dilini daha da sivriltebilir, dolayısıyla kendine muhalif seslerin daha kısık çıkmasını sağlayabilir. Lakin bunun kimseye herhangi bir faydası olmaz.
Örgüt taassubu gerçeği görmeyi engeller. Hele bir de dışarıdan coşkulu bir şekilde gaz verenler varsa idrak da körelir. Görmek çabasında olanlar için ise vaziyet ayan beyan ortada: Türkiye’de şiddete dönmek ve giderek şiddet çıtasını yükseltmek, PKK açısından iki sonuç üretiyor: Bir taraftan PKK’nin Türkiye’deki siyasi ve toplumsal tabanını daraltıyor, diğer taraftan da Suriye’deki kazanımlarını tehlikeye atıyor.
Dolayısıyla şiddetle alınabilecek bir yol yok. Şiddeti terk, PKK dâhil, herkesin yararına…